Kapkara bir Korku

Share

Kapkara Bir Korku

Yasin Çolak

 

–          Yine senin ardından gelmek istiyorum.

–          Öğrendiğini mi sanıyorsun? Bunu daha önce de denemiştik! Bilmediğin şeyler olduğunu görmüş ve çok zorlanmıştın. Hatırlamıyor musun?

–          Artık öğrendim sabırlı olmayı ve çok soru sormamayı.

–          Tekrar mı yaşayalım aynı şeyleri?

–          Bu sefer farklı olacak, bak göreceksin. Artık seni tanıyorum, soru sorulmasını sevmediğini biliyorum.

Beraber yürüdüler… Batırdıkları gemiyi gördüler suyun üzerinde.

–          Bu gemiyi hatırlıyorsun… ben batırmıştım.

–          Gözlerimle görmüştüm battığını. Nasıl olur, yine suyun üzerinde?

–          Sözünü tutmuyorsun.

–          Ne olur kızma ama anlayamıyorum. Bir şans daha istiyorum. Yanında kalayım, artık soru sormayacağım.

Beraber yürüdüler… Öldürdükleri çocuğu gördüler.

–          Bu çocuğu hatırlıyorsun… ben öldürmüştüm.

–          Gözlerimle görmüştüm öldürdüğünü. Nasıl olur dirilmiş ve yaşıyor?

–          Seni uyarmıştım. Soru sormadan duramıyorsun.

–          Bir daha sorarsam, beni bırakıp gidebilirsin.

Beraber yürüdüler… Tamir ettikleri duvarı gördüler.

–          Bu duvarı hatırlıyorsun… Ben yapmıştım bunu.

–          Evet… çok sağlamdı. Kim yıkmış?

–          Tamam… Artık bu seninle olan beraberliğimizin sonudur. Hala vazgeçmemişsin soru sormaktan. Şimdi dinle;

“ Gemiyi hep suyun altında tutmayı sağlamakla yükümlü olanlar vardı. Onlar yükümlülüklerini yerine getiremediler. Geminin sahibi olan yoksul balıkçının torunları da gemiyi battığı yerden çıkardılar ve o geminin taşıdığı silahlarla masumları katlediyorlar şimdi.”

“ Çocuğa gelince… O çocuğu diriltenler; çocuğun, ana babasına karşı zorba ve nankör olduğunu unutanlar. Şimdi o çocuk, onların çocuklarını öldürüyor.”

“Ben duvarı tamir ettikten sonra, o duvarı koruması gerekenler vardı. Onlar, duvarı benden sonra kendi elleriyle yıktılar. Duvarın altındaki hazineyi kendi çıkarları için kullandılar. Şimdi o duvar kendi başlarına yıkılıyor.”

Yalnız başına yürüdü…

Aslında yalnız yürümeyi sevmiyordu. Birlikte yürümek… hep birlikte yürümek… binlerce, onbinlerce, milyonlarca yürek birlikte yürümeyi çok özlemişti. Soru sorulmadan, teslimiyetle ve inançla yürümek istemişti. Gözyaşları, sokakları doldurmuş şehitlerin üzerine düşüyordu. Yanmış insan bedenleri… paramparça olmuş kadınlar… tankların altında ezilen çocuklar… ağlama sesleri bomba seslerine karışan bebekler…

Arkasına baktı… Az önce terkettiği yol arkadaşını gördü. Arkadaşı yine yakalamıştı öz kardeşini sakalından… ve kardeşlerini… ve yine aynı bahanenin ardına sığınıyordu kardeşleri; “ben yapmadım, o yaptı… benim bir suçum yok” diyordu. Asasını yine vurdu denize, yine yarıldı deniz ama bu kez yalnız geçiyordu denizden. Dün ardından gelenler, tek çeşit yiyeceğe dayanamayıp kötü olanı iyi olana tercih etmişler ve düşmanın safında yer tutmuşlardı çok zamandır.

Bedenlerini toprağa tohum gibi ekenler yaşarken, sen ölüyorsun… ben ölüyorum… bir insanlık ölüyor. Şimdi orada çocuklarım, çocuklarımız cennete doğru doğarken, biz burada ölüyoruz.

Haydi… Sen de koy elini göğsünün üzerine. Sonra çıkart elini ve bak avuçlarına; kapkara bir korkunun izlerini göreceksin.

Haydi… Cesaret edebilecek misin efendilerinden izin almadan O’na teslim olmaya? Bak yutuyor yılanlar bebekleri, atabilecek misin asanı ortaya! Ellerini ve ayaklarını çaprazmala uzatabilecek misin o masumların üzerine yağan bombalara. Ben yapamadım… Biz yapamadık. Ve kalplerimizi söktüler… kalplerimizden kolyeler yaptılar. Şimdi yüreksiz ve kalpsiziz. Utancından kıpkırmızı kesilmiş boş ve anlamsız kelimeleriz hepimiz.

Share