Said Nursi

Share

Said Nursî

Saadettin Merdin

June 5, 2011

Said Nursî özetle; kendisinin müceddid olduğunu, yazdıklarının kendisinden olmadığını, vahyin menbaı olan Resulullah’ın ilhamı ve telkini ile olduğunu söyler. Celcelûtiye, Mesnevî ve Fütühât hep bu tür eserlerdir. Eserleri eşine rastlanmayan sonsuz kemal ve ulvî feyz içerdiğinden Resulullahın hissesi ve kudsî tasarrufu ile olduğu aşikârdır. Hiç bir tahsil yapmamış, sadece üç aylık bir tahsil hayatı olmasına rağmen, öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerine, ledünnî ilimlere, eşyanın hakikatına, kâinatın esrarına ve ilâhî hikmete varis kılınmış olup böyle yüce bir mazhariyete kimseler nail olmamıştır. Böyle harikulade bir ilim asla görülmemiştir. Kendisi yüce ahlakî meziyetleri ile bir yaratılış mucizesidir. O bedenlenmiş bir inayet ve mutlak bir Allah vergisidir. Harikalar sahibi Said Nursî, daha büluğa ermeden bir allame olarak tüm ilim dünyasına meydan okumuş, münazara yaptığı tüm ilim erbabını susturmuş, tüm sorulara hiç tereddüt etmeden cevap vermiş, daha 14 yaşında üstadlık payesini taşımış ve hakkıyla ‘Bedîuzzaman’ ünvanını almıştır. Böyle bir zat elbette Peygamberin en yüksek iltifatına mazhar ve en yüksek himaye ve himmete naildir. Tüm bunlar onun peygamberin emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden birisi olduğunun kanıtıdır. Kur’an ve hadisin matematiksel işaretleri kendisini göstermektedir, Said Nursî’nin, Hz.Muhammed’in risaletinin parlak bir aynası ve meyvesi olduğunda hiçbir şüphe yoktur.[1]

Said Nursî’ye yönelteceğimiz başlıca eleştiriler şunlardır;

Evet o zât (Said Nursî) daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhîrine ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır.[2]

Haliyle ilmini eğitim yoluyla almadığından, ilim namına çok büyük iddialarla ortaya çıkan kimse için tek bir yol kalmıştır. O da, ilminin vehbî/Allah vergisi olduğunu iddia etmektir. Tarihçe-i Hayat ’ta Peygamber’in, Said Nursî’ye rüyasında, ümmetine soru sormaması şartıyla ilm-i Kur’an’ın öğretileceğini müjdelediği iddia edilmiştir. Said Nursî, rüyaların delil ve hüccet olmadığını belirtmesine karşın, Kur’an ilminin kendisine Hz. Peygamber tarafından rüyada verildiğini söylemektedir. Delil ve hüccete dayanmayan bir yolla, Kur’an ilmi öğrenilemez, elde edilemez. Elde edilen birşey varsa da bu, ilim olarak vasıflandırılamaz. İslâm, ilim edinme yollarını, bilgi kaynaklarını göstermiştir. Said Nursî bununla da kalmamış, hüccet teşkil etmeyen bu rüyaları, Nur Risaleleri ’nin makbuliyeti ve Hz. Peygamber’in bu risalelerden rızası gibi büyük iddialarının da delili olarak göstermiştir.

*Said-i Nursi, Risale-i Nurların Kur’an-ı Kerim’in bir aynası olduğunu ve kimsenin yazamayacağı harika bir kitap olduğunu söyler; Risale-i Nur, Kur’an’ın bir aynasıdır. Bir mucize durumundadır.[3] Risale-i Nur’a, karşı konulamaz ve onunla boy ölçüşülemez.[4] Risale-i Nur, sönmez ve söndürülemez. O, üfledikçe parlayan bir nurdur.[5] Ölüm hakikatinin muammasını, yalnızca Risale-i Nur çözmüştür.

*Said-i Nursi, Kur’an-ı Kerim’in ruhu Risale-i Nurlar’ın cesedine girdiğini ve Kur’an’ın bir mucizesi olduğunu iddia edecek kadar ileri giderek der ki; Kur’an-ı Kerim’in ruhu, Risale-i Nur’un cesedine girmiştir.[6] Risale-i Nur, Kur’an’ın bir mucizesi olduğu için, her şeyde bir marifet penceresi açmıştır. Bu kitap, Kur’an’a mahsus bir sırrı da çözerek, bir yıllık işi, bir saatte görecek duruma ulaşmıştır… Risale-i Nur, Musa Peygamber’in asası gibi, nereye vurmuşsa su çıkarmıştır…[7] Risale-i Nur, kerametiyle; bela ve felaketleri önlüyor. Böylece; Risale-i Nur’un kerameti, sadece yaratıklarda değil; olaylarda da etkisini gösteriyor. Risale-i Nur Anadolu’ya gelecek bela ve felâketleri önlemektedir.[8]

*Risale-i Nur, kendisine hizmet etmekte kusur edenlere nasıl tokat vuruyorsa; eksiksiz hizmet edenlere de olağanüstü(!) yardımlarını göstermeyi biliyor; böylelerini, kazalardan belâlardan kurtarıyor(!) Çarşıda büyük bir yangın çıkıyor ve talebeleri; ‘Biz yanıyoruz, mahvoluyoruz!’ dediler. Yangının hücum ettiği mağazada; Risale-i Nur külliyatından Âyet-ül-Kübra vardı. Ben de Risale- i Nur’u ve Âyet-ül-Kübra adlı risaleyi şafaatçı kılıp; ‘Ya Rabbi kurtar!’ dedim. 3 saat o dehşetli yangın hücumuna devam etti. Bütün o büyük dâireyi, altında ve bitişiğindeki dükkânların hepsini yaktı. Ama Risale-i Nur’un ve Âyet-ül-Kübra adlı bölümünün koruyuculuğunda olan mağazaya ilişmedi. Ve altındaki Risale-i Nur talebesinin dükkânına da dokunmadı. Bunun, Risale-i Nur’un ve Âyet’ül-Kübra adlı risalenin bir kerameti olduğuna hem ben, hem de bütün arkadaşlar kanaat getirdik…’[9]

*Said-i Nursi, Risale-i Nur hakkındaki abartılı övgülerine devamla şöyle der; Risale-i Nur’ları okumak, okutmak, yazmak ve onunla meşgul olmak; kalbe rahatlık, ruha genişlik, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor.[10] Ama onda yazılı olanlar Kur’an’ın malıdır. Allah’tandır.[11]Peygamberimiz nasıl Kur’an’ı Kerim’in sadece bir tercümanı idiyse, Üstad da Risale-i Nur’un sadece bir tercümanı(!) durumundadır. [12]

*Risaleler onun malı olmadığı için, o bile dersini kendine yazdırılan kitabtan alır. [13] Yani, kitab kendini yazan adamdan daha bilgili(!) Çünkü kitablarını o yazmadı ki! Ona yazdırıldı.(!)

“Benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz bulunan bir adam, Risale-i Nur’a sahip değildir; ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu’cize-i mâneviyyesi olarak, rahmet-i İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir”.[14]

Risale-i Nur’un mesâili, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor.[15]

Yazdırıldı. Yazdırılmış. Yazdırılmadı. İhtiyarsız. Mânen icbar edilmiyorum. İzin olmadığından yazılmadı. İhtiyarım haricinde olarak uzun yazdırıldı. Hikmetini de anlamadık, belki bir hikmeti var diye öylece bıraktık. Hakikattan haber aldım. İrade ve ihtiyarım ile yazmadım. İhtiyarsız olarak te’lif edildiğinden. Beyana izin verilmedi. İhtiyarsız sevkedildim. İhtar edildi. Kalbe farsça olarak tahattur ettiğinden. Kalbe geldi. Yazmaya izin verilmedi” türünden ifadeler var ki mütenebbilik/ peygamberlik iddiası içermektedir.

Tabiî ki, ekser hayatı da ihtiyar ve iktidarının, şuur ve tedbirinin haricinde gelişecektir! O risalelerin dilini bile, Arapça mı, Türkçe mi, Farsça mı? olacağını gaybi ihtarla/hatırlatma ile, uyarma ile seçmektedir. Bazan da nesir mi, nazım mı olacağın ona bildirilir.

Ona bu risaleleri yazdıran Allah, aynı zamanda bu risalelerin tercümanlığı gibi ağır bir görevi de yerine getirebilmesi için, onu ta çocukluğundan beri buna göre yetiştirmiştir! Fikri, dikkati dağılmasın diye, ona ilim bile tahsil ettirilmemiş, ilm-i Kur’an rüyasında öğretilmiş, Kur’an haricindeki bütün kitaplardan men edilmiştir! Hatta “Neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir”[Nur/35] ayetinin ebcedî tefsirinde; Said Nursî’nin de ateşsiz yandığı, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlandığı, âlim olduğu bile iddia edilmiştir.[16]

*Said Nursi, hemen her eserinde ‘Bu hususun kalbine ihtar edildiğini, ihtiyarı dışında kalbine gönderildiğini, hakikatlerin ihtar yolu ile kendisine bildirildiğini, hakkelyakîn filan hakikate muttalî olduğunu söyler. Böylece Risalelerin kendi eseri olmadığını ihsas ettirmeye çalışır. Bu mahviyet ve tevazudan gelmez, tam aksine bunu eserlerine kudsiyet kazandırmak için yapar.

*Risalelerin; hariçten hiçbir sebep olmaksızın ruhundan doğan bir ihtiyaca binaen, ânî ve defaten/ bir kerede verildiğini söyler. İhtiyarsız ve şuursuz olarak yazdıklarının; böyle bir kudsi neticeyi vermek için; kuvvetli bir İlâhi yardım ve ikram olduğuna inanmaktadır.[17]

Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bâzı def’a haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı îmaniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmıştır?[18] Hattâ, bir kısım

Risaleleri ihtiyarım hâricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim.[19]

Talebeleri Risaleleri şöyle savunacaklardır;

Risaleler; yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu bir fikir karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle yazılmış değil, Cenab-ı Hakk’ın lisaniyle yazılmış bir eserdir.[20] Risale-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yok. “Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur’ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nûr’um.”[21]

*Said Nursi, kur’an’ın gizli hakikatlarının risalelerle kendisine indiğini söyler. Risaleleri; Kur’an’ın arştaki yerinden ve manevî mucizesinden feyz ve ilham yoluyla kesin delillerle inmektedir. Risale-i Nurlar arştan alınmıştır. Risaleler, kur’an ayetlerinin ayetleridir.[22] Bu ve benzeri sözler son derece tehlikelidir. Peygamberlik imasını andırmaktadır. Mesela şu sözler baştan sona hatadır. ‘Mubarek ‘Sözler’ kitabı, kur’an’ın lemeatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler olmamakla birlikte, tümüyle kusursuz ve eksiksizdir’[23]

“Yazıklar olsun o kimseler ki! Kendi elleriyle kitab yazarlar, sonra bu Allah katındandır derler”.[Bakara/79]

Risalelerine, ‘urvet’ül-vüskâ/hiç kopmayacak olan kulp, hablullah/ Allah’ın ipi’ gibi Kur’an’ın sıfatlarını vermekten çekinmez.[24] Ona göre risaleler, hem şeriat, hem dua, hem hikmet/felsefe, hem ibadet, hem emir ve davet, hem zikir, hem fikir, hem hakikat, hem de tasavvuftur. Hem mantık, hem ilm-i kelam, hem de ilm-i ilahiyat kitabıdır.[25]

*Resâil-in Nur ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nurdur. Belki semavî olan Kur’an’ın Arş’taki yüksek yerinden alınmıştır.[26]

* Risale-i Nur, kendisine hizmet edenleri, başta talebelerini mutlaka cennete götürecek. Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine girenlerin imanla kabre gireceklerine çok güçlü emareler vardır. [27] Risale-i Nur’un şefaatı, duası, himmeti Nurcuları kurtaracaktır.

*Risale-i Nur, herkese, Ab-ı Hayat, yani ölmezlik suyunu içiriyor. Musa Peygamber’in asası, nasıl bir taştan 12 çeşme akıttıysa ve gerek Hazreti Musa’yı, gerek beraberindekileri nasıl susuzluktan kurtardıysa, Risale-i Nur da öyledir. Bir Kur’an asasıdır.”[28]

*Risale-i Nur’dan alınan bilgiler, onu yazarken akıtılan mürekkepler, şehitlerin kanından daha üstündür! Risale-i Nur’a yapışmak suretiyle Peygamberin yolundan gidenler, şu fesat zamanında yüz şehit sevabından daha çok sevap kazanırlar. Risale-i Nur’u okumak ya da yazmak, âlim olmak için yeterlidir. Başka şey istemez.[29] Gel gör ki; onlarca senedir risale okuyanlar asgari, usul-ü fıkh, hadis ve tefsir dahi bilmezler. Hassaten tam bir kur’an cahilidirler. Aynı aşk ile, ihlasla ile İslami ilimlere çalışsalardı, her biri sahalarında ülke çapında âlim olurdu. Oysa onlar benim oğlum döner, döner bina okur, misali hep aynı kitabları her namaz sonrası okumaya çalışırlar. Ve bir de –kur’an dışında- en çok okunan kitap, Risaleler’dir diye iftihar ederler.

*Risale-i Nur bir elektriğe benzer. Son derece yüksek ve derin bir ilimdir o. Öyleyken; ne tahsile, ne ders çalışmağa, hacet kalmadan; zahmet bile çekmeden herkes onu anlayabilir. Ondaki derin bilgileri alabilir. Eski medreselerde 5-10 yıl okumaya karşılık, Risale-i Nur okutulan yerlerde 5-10 hafta okumak yeter. Çünkü Risale-i Nur, 5-10 haftada 5-10 yıllık sonucu verebilir.’[30] Nasıl kendisi 15 senede okunan ilimleri 15 haftada bitirdiyse[31] Şimdi de o, başkalarına 15 yılda öğrenilebilecek ilimleri 15 haftada verebilir(!)

*Gerçekte Risale-i Nur bir tefsir değildir. Kur’an-ı Kerim âyetlerinden sadece bazılarını tefsir etmiş, onun da çoğunu da remzen, işareten diyerek işari/batınî tefsir şeklinde ilmi olmaktan uzak teviller biçiminde yapmıştır. Bir an için diyelim ki: Risale-i Nur, Kur’an’ın tefsiridir. Her tefsir, tefsir edene ait olduğuna göre, Risale-i Nur’un da, Said-i Nursi’ye ait olması gerekmez mi? Said-i Nursi nasıl olur da kendi yaptığı tefsir için; ‘O benim değil Kur’an’ın malıdır’ diyerek, yaptığı indî yorumları doğrudan doğruya Kur’an’a maleder? Ve nasıl olur da, Kur’an ve Hazreti Muhammed hakkında inmiş olan âyetleri kendi kitabı ve kendisi hakkında inmiş gibi yorumlar? Her tefsirci de aynı yola gitse, eserini Kur’an’ın malı ve gökten inmiş gibi gösterse işin içinden nasıl çıkılır? Sonra yaptığı te’vil ve tefsirlerde yanılmış olamaz mı? Kendi yanlışlarını vahye isnad etmiş olmaz mı? Ona göre; hiçbir müfessirin tefsirinde bulunmayan tesir gücü Risale-i Nur’da varmış, pekâlâ bu üstünlük nereden kaynaklanmaktadır?

Benden soruyorsun: – Neden senin Kur’an’dan yazdığın sözlerde olağanüstü bir özellik var? Bu sözlerde öyle bir güç, öyle bir tesir var ki; müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazan bir satırda, bir sayfa kadar güç var. Bir sayfada da bir kitap kadar tesir bulunur. Bu, neden böyle, diyorsun? [32]

Said-i Nursi’nin, böyle bir soruya: ‘Estağfirullah, söylediğiniz gibi bir özelliği yok benim sözlerimin. Ben kimim ki, müfessirlerin ve ariflerin sözlerinden daha üstün söylemiş olabileyim? Siz bana ve eserlerime fazla teveccüh gösteriyorsunuz. Ne ben, buna lâyıkım; ne de benim sözlerim’ şeklinde cevap vermesi gerekirdi, değil mi? Hayır! Ondan böyle bir tevazu beklenemez. Çünkü bazen tevazu; nimet verene nankörlük olur.

El cevap; Şeref, Kur’an’ın mucizelerine ait olduğundan ve bana ait olmadığından pervasız olarak derim ki; Ekseriyet itibariyle öyledir! Çünkü yazılan sözler tasavvur değil, tasdik’tir. Teslim değil, iman’dır. Marifet değil, şahadet’tir. Şuhud’dur. Taklid değil, tahkik’tir. İltizam değil, iz’an’dır. Tasavvur değil, hakikat’tir. Da’va değil, da’valar içinde burhan’dır.[33]

Onun için müfessirler, arifler, Said-i Nursi’nin ki gibi söyleyemiyor, yazamıyorlarmış. Onun için Nursi’nin sözlerinde olağanüstü bir güç, olağanüstü bir tesir varmış(!) Said-i Nursi, kendi sözlerinin, bütün müfessirlerin sözlerinden neden daha üstün olduğunu anlatmaya devam ediyor ve bakın ne diyor;

Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir varsa, ancak Kur’an’ı temsil etmiş olmanın parıltılarındandır. Bunda benim payım sadece: Şiddetli bir ihtiyaçla istemek, son dereceye varan bir güçsüzlük içinde yalvarıp yakarmak olmuştur. Dert benimdir, derman, Kur’an’ındır.[34]

Pekâlâ, Allah’tan onun kadar isteyen, onun kadar yalvarıp yakaran başkaları çıkmamış mı? Yoksa başkalarının duaları, yalvarıp yakarmaları kabul olmuyor da, yalnızca onunki mi kabul oluyor? [35]

*Said-i Nursi kitaplarını neden bu kadar çok över? Yine rüyalar devreye girer. Kendisine Kur’an’ı savunma işi tevdi edilmiştir. Mademki bu kadar mühim bir iş kendisine verilmiştir ve bu işi bi-hakkın yapması gerekir ve yapmıştır da! Öyleyse bu işin emr-i ilahi olduğunu açıklaması gerekir. [36] Keramet sahibi kerametini yazmaz. Bu nedenle o keramet izhar etmeyi düşünmez (!) ama mecbur kalmıştır (!) Kendi hükmünü kendisine verdirelim, mademki risaleler onun üstadıdır.

Oysa, burası dar’ul hizmettir, dar’ul mükafat değil. Uhrevi amellerimizin neticelerini burada istememek gerekir. Amelimizin baki meyvesini koparıp burada yemek akıl karı değil. Meyve orada yenilirse koparıldıkça yerine yenisi gelecektir. (Ama burada yemek için koparılırsa yerine yenisi gelmez) Ehl-i velayet verilen keşf ve kerametin kesilmesini, gizlenmesini istemişlerdir. Ta, ihlâs zedelenmesin. En makbul ihsan-ı ilahi; ihsanı ona hissettirmemektir.[37]

Said-i Nursi, Risale-i Nur’u bir de şu sebeplerle övüyormuş: ‘Herşeyde Kur’an’ı örnek almak gerekir. Mademki o, kendi kendisini övüyor; biz de ona uyarak, O’nun tefsirini öveceğiz. Mademki Kur’an, birçok surede, kendi üstünlüklerini söylüyor, kendi kendini gerektiği şekilde övüyor; elbette bu bizim Sözler Kitabına da yansımıştır. Kur’an mucizelerinin parıltıları durumunda olan ve Kur’an’a hizmetin makbuliyetine bir alamet sayılan Risale-i Nur’un kerametini açıklamak zorundayız. Çünkü Kur’an öyledir, Öyleyse Risale-i Nur’un üstünlüğü de açıklanmalıdır.[38]

Neden öbür tefsirleri övmek gerekmiyor da, yalnızca Risale-i Nur’u övmek gerekiyor?” sorusuna; ‘Alçakgönüllülükle söylemiyorum, bir gerçeği anlatmak istiyorum: Sözler’deki gerçekler ve üstünlükler, bizim değil, Kur’an’ındır. Ve Kur’an’dan sızmıştır. Hatta onuncu söz, Kur’an’ın yüzlerce âyetinden süzülmüş birer damladır. Öteki Risaleler de genel olarak öyledir.[39]

*Said-i Nursi Risale-i Nur’u bir yandan överken, diğer yandan da Allah’a ait olduğunu söyler. Onun için bu övünme olmuyormuş. Öyleyse herkes yazdığı eseri göklere çıkarsın; sonra da; ‘Bu eser benim değil Allah’ındır’ demekle işin içinden çıksın ve övünmemiş olsun! İyi de, o eserde birçok yanlışlık varsa ne olacak? Buradaki mantığın ne kadar yanlış oluğunu anlatmaya gerek var mı? Said-i Nursi, burada enteresan bir itirafta bulunuyor: ‘Ben Kur’an’ı, Sözler’imle övmüyorum. Sözler kitabımı Kur’an’la övüyorum.’ Kur’an’ın icazını ben övemem, lakin Kur’an benim ifadelerimi güzelleştirdi. Öyleyse şükran-ı nimet olarak, ilahi yardımlardan bahsetmek lazımdır.[40]

Şimdiye kadar müfessirler neden onun gibi bir iddiada bulunmamışlar? Yoksa onlar Allah’ın eserine karşı nankörlük mü etmişler? Tam aksine, önceki müfessirler hadlerini bilmişler, kendi eserlerini Kur’an’a maletmek gibi, Kur’an’a karşı saygısızlık göstermemişler. Kısacası, Said-i Nursi gibi davranıp; kendisini ve eserini göklere çıkarmak için Kur’an’ı kendilerine âlet etmemişlerdir. Said-i Nursi, eserlerinin meziyetlerini anlatırken, önceki âlimlerin eserlerinin, kendi eseri yanında çok önemsiz ve değersiz kaldığını her fırsatta belirtmeye çalışır. Sonra da, Risale’i Nur’un, bu kadar üstün olmasının, bu kadar harikuladeliğinin, nedensiz olamayacağını, bir rastlantıya filan bağlanamayacağını, kısacası: Kur’an-ı Kerim hangi kaynaktan gelmişse Risale-i Nur’un da aynı kaynaktan doğrudan doğruya geldiğini ileri sürer.[41]

Kendi hükmünü kendisine verdirelim; Velilerin ilhamlarını Vahiy ve kelamullah’a has ayetlere benzetilmesi (affedilmez) bir hatadır. En tehlikeli hata kalbine gelen ilhamları Allah’tan gelen ayetler zannedip vahyin ulvi, kutsal mertebesine hurmetsizliktir.[42]

*Nur-u Muhammedî inancı Said Nursî’de de vardır. Şu gördüğün büyük âleme bir kitab nazarıyle bakılırsa, Nur-u Muhammedî o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o büyük âlem, bir ağaç olarak tasavvur edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem meyvesi olur. Eğer dünya bedenlenmiş bir canlı farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. O’na göre; yazdığı risalelerin kaynağı ve esası Nur-u Muhammedîdir.[43] Talebesi Hasan Fevzi’in yazmış olduğu bir şiirde, nur-u muhammediyi Said Nursi’ye kadar getirir ve onun binlerce yıldır beklenen o nur olduğunu söyler. Kendisi de o nur-u muhammedi’nin mecazi anlamda bir vârisine verilebileceğini düşündüğünden şiire ilişmediğini söyler. Risale-i Nurlar, Nur-u Muhammedî’nin bir cilvesi, görünümüdür. Hâlbuki bu teorinin ne kadar İslam dışı bir düşüncenin ürünü olduğunu ilgili maddede açıklamıştık.

*Risale-i Nur’un manevi kişiliğinin/kendisinin kutub ve gavs olduğunu söylemektedir. Talebeleri, ona ‘Şah-ı Evliya’ derler. Mehdi olduğunu inkâr etmez. Yaşadığı asrın müceddidinin kendisi olduğuna kanidir. Talebeleri, onun en büyük müceddid olarak lanse ederler. [44] Tabii ki, bu müceddid ve mehdi hikâyelerinin islamla alakası yoktur.

Said Nursî; hem aktab, hem Zülkarneyn, hem âhirzamanda gelecek İsâ’ın vekilidir, Mehdî’dir! O, Risale-i Nur’u bir program olarak neşir ve tatbik edecektir. Nurcular ise, onun cemiyet-i nuranîsidir!

*Said Nursî; “Büyük Deccal”, “İslâm Deccalı” ve “Süfyan”dan bahsetmektedir. Anladığımız kadarı ile, onun “İslâm Deccalı” dediği “Büyük Deccal”dan ayrıdır ve o, “Süfyan”dır. Said Nursî’nin Büyük Deccal’dan kastı, hadislerde zikredilen “Mesih Deccal” olduğuna göre; İslâm Deccalı ve Süfyan kimdir?, bunlarla ilgili rivayetler hangi kaynaklardan naklettiğinin cevabı yoktur. Süfyan ile kastettiği devrindeki mühim siyasi şahsiyettir. Zaten bu deccal inancı diğer dinlerden bize geçmiştir. Süfyan/ İslam deccali ise büsbütün uydurmadır.

“Hadiste “O Süfyan bir su içecek, eli delinecek” denilmiş. Yani bir çeşit su olan rakıyı su gibi çok içecek ve o sebepten karnı su tulumbası gibi olacak ve su hastalığı yüzünden zulüm ve hile ile topladığı milyonlar mal su gibi elinden akacak, ecnebi doktorların boğazına girecek. İşittiğime göre; üç senede üç milyona yakın liraları tedavisine harcanan ‘bir insan asrımızda göründü, bu hadisin yorumunu bende görünüz’ dedi, vefatiyle bildirdi, gitti”[45] böyle bir hadis hiçbir kitapta bulunamamış olmasına rağmen Nurcular üstadlarına yalancı dedirtmemek için bu hadisin aslının ileride bulunacağını söylemektedirler.[46]

Said Nursî, Avrupanın, batının islama gebe olduğu, yakın bir tarihte islama girecekleri zehabına kapılmış birisidir. Kendisi Mehdi olması hasebiyle(!)İslam deccalini -en azından fikriyatını- öldürmüş, Risale-i nurlar da Materyalist ve Kominist Batı Medeniyetini /Mesih Deccalini öldürecektir. Müslümanların komünizme karşı ancak Hristiyanlarla birleşmek suretiyle mücadele edebileceklerine inanmıştır. Vefatından birkaç 10 yıl sonra komünizm tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Hem de komünist olan o eski Hristiyanlar, bırakın İslâm’a tâbi olmayı, tekrar asıllarına dönüp, fundementalist, avengelist hristiyan olmuşlar ve tıpkı ataları gibi dünyanın dört bir tarafında Müslümanlara karşı yeni haçlı seferleri başlatmışlardır. Yani Said Nursi’nin kehaneti batı için tutmadığı gibi Komünist ülkeler için de tutmamıştır. Said Nursî’nin Hristiyanlarla Müslümanların birleşeceği, komünizm ve dinsizliğin ancak bu şekilde mağlup edileceği şeklindeki kehaneti gerçekleşmeden komünizm tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Üstelik, komünizmin yıkılması sürecine kendilerinin ve Risalelerinin herhangi bir katkısından söz edilemez. Ayrıca eski komünist ülkelerde dinsizliğin yerini tekrar Hristiyanlık almıştır.

O Hristiyanlarla Müslümanların komünizme karşı ittifak yapmasını önerir;“Şimdi ehl-i îman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyan ruhânîleriyle ittifak etmek ve ihtilaf konusu mes’eleleri dikkate almamak, tartışmamak gerektir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor”.[47] İslam ve misyonerlerin ittifakından bahsetmektedir.[48]

Said Nursî’nin en önemli hedefi, Hristiyanlık ile İslâmiyeti birleştirmektir. O, bu yolda; İslâm davasının özü olan ve Allah’tan başkasına dua ve ibadet etmemeyi, hiçbir şeyi ona ortak koşmamayı ifade eden “tevhid-i ulûhiyet”ten sarf-ı nazar etmiştir. Onun çağırdığı tevhit, “tevhid-i rububiyet”ten ibarettir. Bu ise, cahiliye dönemindeki Arap müşriklerinin de kabul ettiği tevhittir. Her şeyi Allah’ın yarattığının kabulü, onun davasına yetmektedir. Çünkü, Hristiyanlar ve Müslümanlar ancak bu suretle birleşebilirler.[49]

Günümüzün Nurcuları da Üstadlarının ütopyasını gerçekleştirebilmek için bu ‘Dinlerarası Diyalogu’ gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Kendilerini ve cemaatın şahs-i maneviyesini mehdi olarak gören bu safdiller olmayacak hülyalar peşinde koşmaktadırlar. Bugün İslam’ın düşmanı komünizm değil, belki Kapitalizm, Siyonizm, Nihilizm ve ya Hedonizmdir. Günümüzün en büyük katliamlarını Hakiki İsevîler tarafından Amerika Irak ve Afganistan’da yapılmaktadır. Hala Demokrat Partiyi ve devamı partileri desteklemeyi üstadın vazgeçilmez emri bilen nur cemaatleri vardır. Bunlar hala bir sabah bir kızıl devrim olacağı korkusuyla yatan, kur’an’dan ziyade Risale okuyan anakronik tiplerdir. Bunların din anlayışı batıdaki ‘Kıyamet Dinleri’ne garip bir şekilde benzemektedir. Aslı astarı olmayan mehdi, deccal ve İsa’nın yeryüzüne inmesini beklemektedirler. Mehdi ile deccali bulsalar da, Şam’daki Ak Minare’ye inecek(!) İsa’yı bir türlü bulamamaktadırlar.

*Sikke-i Tasdîk-i Gaybî adlı kitabını sırf önceki kitabların- buna Kur’an’da dâhildir- kendi risalelerine işaret ettiğini isbat edebilmek için yazmıştır. Kitabın adı bile oldukça iddialıdır. Gaybî Onayın Belgesi. Yüzlerce yıl öncesinden büyük veliler, kendisini tasdik etmişler, tebrik etmişler ve bunun sikkesini/mührünü vurarak, onaylamışlardır. Kitablarını ilahi yardımla yazdığını iddia ederek eserlerini aşırı yüceltmektedir. Said Nursî, risalelerin ilahî tasdike sahip olduğunu iddia eder. Kitablarının günahlara kefaret olduğunu, kitablarının isimlerini Hz.Ali’nin verdiğini iddia eder. Kitablarında, kendi kitablarını ve kendisini övdüğü bölümler epey yer işgal etmektedir. Bütün risalelerin tevâfuk ve binlerce keramet ile dolu olduğunu, Kur’an’ın 33 kadar ayetinde kendisine ve eserlerine remzen, işaret edildiğini söylemektedir.[50] Yazdığı kitabları okumanın, tıpkı kur’an okumak gibi kişiyi usandırmadığını söyler.

*Hz.Ali’nin Celcelûtiye adlı kasidesinin kendisini ve Risalelerini asırlar öncesinden haber verdiğini ve alkışladığını söyler. Hatta bu kasidenin vahiy kaynaklı olduğunu, esrarlı olup geleceği haber verdiğini ve mahlûkatın tüm ilimlerinin bu kaside de toplandığını söyler. Hatta bu risalede Hz. Ali, Risale-i Nur’u kendisine şefaatçı yaptığını iddia eder. Hâlbuki Peygamberden başkasının vahiy aldığını kabul etmek küfürdür. Yine Allah’tan başkasının geleceği bildiğine itikad etmek te Kur’an’a aykırıdır. O evliyanın gaybı bildiğine inanır. “Gaybı kimse bilemez” şeklindeki ayeti; gaybı bilirler amma, bunu söylemelerine izin yoktur şeklinde yorumlar. Gazali’nin, Geylani’nin, İmam Rabbani’nin, Osman-ı Halidî’nin kendisini asırlar öncesinden görüp, alkışladığı söyler.

Bu ‘Risale-i Celcelûtiye’nin Hz.Ali’ye ait olduğu iddiası tam olarak yalandır.[51] Bu kasidenin cifr ve ebced hesabına göre yazılmış olması bile onun İslam dışı bir zihniyetin ürünü olduğunu göstermeye kâfidir. Ayrıca bu Celcelûtiye’nin her beytinin sonu Süryanî’ce bir kelime ile bitmesi oldukça ilginçtir. Bir arap olan Hz.Ali’ye Süryanîce vahiy gelmesi olacak şey değildir. Güya; Cebrail Hz.Ali’ye bu kasideyi yeşil bir atlas üzerinde yazılı olarak vermiştir. Yani körler sağırlar birbirini ağırlar misali, bir uydurma kaside üzerine bir sürü yanlışlıklar bina edilmeye çalışılmıştır. Yok, efendim Hz.Ali risaleleri önceden haber vermiş, risalelerin adını o koymuş vs. Bu celcelûtiye’de ‘nur’ kelimesinin bu kadar çok geçmesi bile onun İran/Zerdüşt kaynaklı bir düşüncenin ürünü olduğunu göstermeye yeter.

*Cebrail’in ‘Sekine’ namında bir sahifeyi Hz.Ali’nin kucağına düşürdüğünü söyleyebilmektedir. Farkına varmadan Hz.Ali’yi nübüvvete ortak etmektedir. Bunlar tamamıyla Rafizilerin İslam dışı görüşleridir. Said Nursi’de bu gökten düşen sahifeden ‘Müdriken’ kelimesini bulur. ‘Mim’i atar, kelimeyi ters- yüz eder. ‘K r d’ kelimelerini elde eder. Sonra elif-lam takısı ilave eder. Oradan, ‘El-Kürdî’ yani, Said Nursi’ye, kendisine gaybî bir işaret bulur(!)[52] Tekeden süt çıkarmak dedikleri şey böyle bir şey olsa gerek!

*Cevşen’in Peygamberden geldiği iddiasında bulunur. Ama tek bir hadis zikretmez. Onu şefaatçısı yapar. Güya Peygamberimiz Uhud savaşı öncesi, sahabesine ‘zırhını çıkar, bu Cevşen’i oku’ demiştir. Yalanın dik âlâsı. İki tane zırh giyen bir Peygamber, başkasına zırhını çıkar der mi? Hiç savaş meydanında bu kadar uzun bir münâcatı sahabenin işitip ezberleme imkânı olabilir mi? nurcuların neşrettikleri bazı Cevşen’ler de; ‘Kim bu duayı okursa eve hırsız girmez, evi yanmaz, hastalıklardan şifa bulur, cennetlik olur’, gibi ifadeler de bulunur. Cevşen hakkında o kadar abartılı yalanlar uydurmuşlar ki, insan nakletmeye utanıyor.[53] Cevşen’de Şii kaynaklıdır. Bu Cevşen’i, Gümüşhanevî, Mecma’ul-Ahzâb adlı dua kitabına almış, oradan da Said Nursî almıştır.[54] O risalelerini Cevşen’den feyz olarak, ondan tevellüd eden kitablar olarak niteler. Görüldüğü üzere onda şii etkisi çok fazladır.[55]

*Kendisiyle Hz.Ali arasında varolduğunu hayal ettiği bağı inkâr edenleri, kendi hurafelerini kabul etmeyen medrese mezunu âlimleri gizli Vahhabi olmakla itham eder. Risalelerinin Hz.Ali’nin eseri olduğunu kabul etmeyen İstanbul hocalarını Hz. Ali düşmanı müfrit vahhabi olmakla suçlar. Mahkemelerde bilirkişi olarak çalışan Diyanet personelini kötü âlimler olarak nitelendirir.[56]

*Allah’ın, insan-ı kâmil şeklinde yeryüzünde hep bulunduğu fikrininin ne kadar yanlış olduğuna yukarıda değinmiştik. Said Nursî kendisinin bu asırda 80 Said’in özü olarak ortaya çıktığını, bu şahsın 79 ölü Said’in ve bir konuşan Said’in özeti olduğunu söyler. Farklı bedenlerde ortaya çıkan Said’ler birbirini görse tanımayacaklarını, o konak yerlerinin her birindeki kişinin kendisi olduğunu, ölümünden sonra gelecek konaklardaki kişinin de kendisi olacağını söyler. Elbise değiştirir gibi şekil değiştirip, yırtılmış Said’i atar, Yeni Said’i giyerim demektedir.[57] (Ona göre; dünya kurulalı 5960 sene geçmiş olup, bu toplam 80 insanın toplam ömrü kadardır. Yine ona göre, insanlığın ömrü 7000 yıl kadardır[58]) Yani, özetle kendisinin bu devirde görünen İnsan-ı Kâmil olduğunu ima etmektedir.

*İslamın kesinlikle onaylamadığı bir hurafe olan Ebced ve Cifr ilmine çok fazla müracat etmiştir. Bir çok zorlama ile sayıları denk getirmeye çalışır, bazen harfleri düşürür, buna rağmen denk düşmez ise küçük bir fark ile, hemen hemen gibi ifadelerle zahiri kurtarmaya çalışır. Bazen ‘Risale-i Nur’, bazen Resâil’ün-Nur’, bazen de ‘Risalet’ün-Nur’ yapar.[59]

O Ebced ve Cifr ilimlerini bir hadise dayandıracak kadar hadis bilgisi zayıftır.[60] Ebced hesabının makbul ve umumi bir ilmi prensip olduğuna pek çok delil bulunduğuna inanır. Bu ebced hesabını; Cafer-i Sadık ve İbn-i Arabî gibi gaybî sırlarla uğraşan zatların ve esrar-ı huruf ilmine çalışanların gaybi bir düstur ve bir anahtar kabul ettiklerini söyler. O bu ilimle, ayet ve hadislerden binbir zorlama ile kendi doğum tarihini, adını, lakabını, kuran okumaya başladığı tarihi, risalelerinin isimlerini, yazılış tarihlerini vs. gibi pek çok şeyi çıkarmaktadır. Rakamları denk tutturabilmek için bazen hicrî, bazen rumî, bazen de miladi tarihe geçer. Teyemmüm ayetinde geçen Saîd/toprak kelimesini Said olarak görür. Hâlbuki kendi adı “sin” ile ayetteki ise “sad” iledir. Olsun. Bir harflik farktan ne çıkar? O da aslında toprak kadar mütevazidir(!) Bu tevazu perdesi aralandığında büyük bir gurur, kibir, enaniyet ve ucub görülecektir. Öyle ki o risalelerinin, önceki peygamberlerin ümmetlerine bile haber verildiğini iddia edebilecek kadar ileri gider.

*Said Nursî, kendisinin özel üstadı olan İmam Rabbanî, Abdulkadir Geylanî, İmam Gazalî, Zeynelabidin, Hz.Hüseyin ve Ali’den 30 seneden beri ders aldığını ve Cevşen vasıtasıyla onlarla manevî bağ kurarak bu seviyeye ulaştığını söyler. O kimi zaman Türkçesi zayıf, ehemmiyetsiz bir ümmi olur. Böyle söylemekteki maksadı da eserlerinin kendisinden olmadığını, Allah’ın inayetiyle olduğunu anlatmaktır. Bazen de bir müceddid, gavs, Bediuzzaman, allâme-i cihan, mehdi olur. Fakat Tarihçe-i Hayat’ta verdiği bilgilere göre 40 kadar İslami ilimlere ait kitabı ezberlemiş, pek çok hocadan ders almıştır. Özetle 14 yaşında tüm âlimleri susturduğu yalanını bizzat kendisi tekzib etmektedir. 15-6 yaşına kadar tüm bilgisinin sunuhat kabilinden/ aklına hatırına gelen şeyler türünden olduğunu itiraf eder.[61]

*Said Nursî, Abdulkadir Geylanî’nin ruhaniyetinden ömür boyu istimdat dilediğini ve himmetini gördüğünü, bunu defalarca tecrübe ettiğini söyler. “Hazret-i Şeyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufları ehl-i velâyetce kabûl edilen üç büyük evliyanın en büyüğü o Hazret-i Gavs-ı Geylânî’dir. Vefatından sonra dahi hayatındaki gibi dâimî tasarrufu bulunduğu tasdik edilmiş olan bir kahraman-ı velâyet…”[62] Ruhânîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer sûretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ruhlarını benzer cesedleriyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl…[63] Ölmüş kimselerin tasarrufta bulunması gibi, ulûhiyete aykırı şeyler, hayra te’vil edilmesi mümkün olmayan yanlışlardır.

Allah’tan başkasından yardım istediğini, İstianede ve istigasede bulunduğunu iftiharla anlatmaktadır.“Ben çocuk iken, etrafımdaki herkes Gavs-ı Hîzan namiyle bir zattan istimdat ederken, ben onlara muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylânî” derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim şu şeyimi buldur.” Tuhaftır ve yemin ediyorum ki, bin def’a böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Peygamberden sonra şeyh-i Geylânî’ye hediye ediyorum.”[64] Hâlbuki Kur’an Allah’tan başkasına yakarmayı yasaklamıştır.

Özetle; Said Nursî bir İslam âlimidir. Kelam ilminde bir takım yeni metodlar denemiştir. Diğer âlimler gibi bir insandır. Yanlışları da vardır. Eleştiriden muaf, lâ yüs’el değildir. Yaşadığı dönemde islama yapılan saldırılara göğsünü siper ederek mücadele etmiştir. Eleştirel/kritik edici bir zihniyetten daha çok muhafazakâr/savunmacıdır. Kullandığı malzemede çok seçici değildir. Zayıf hadisleri kullanmaktan çekinmez. Hatta kelam-ı kibar nevinden sözleri bile hadis zannıyla ebcede vurmaktan çekinmez.

Allah’ın varlığını isbatta ki başarısını, tevhid’te, özellikle tevhid-i ulûhiyette ve ubudiyette gösteremez. Mesela; şirk-i esbab’ı o kadar güzel anlatır ki, sebeblerin hakiki fail ve müsebbib olamayacaklarını izah eder. Lakin Mekkeli müşriklerde zaten Allah’ın rububiyetiyle pek problemleri yoktu. Gel görki Said-i Nursi şirk-i takrib konusunda çok ihmalkârdır. Hatta affedilmez hataları olan biridir. Örneğin; ‘Halid-i Bağdadî, Hindistan’dan Nakşî tarikini Bağdat’a getirdiğinde, Bağdat Abdülkadir Geylanî’nin ölümünden önce olduğu gibi, ölümünden sonra da tasarrufu altındaydı. İlk başta Halid-i Bağdadî’nin manevi tasarrufu kabul görmedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam Rabbanî’nin ruhaniyetleri Bağdat’a gelip, Abdülkadir Geylanî’nin ziyaretine giderek, rica etmişler. Demişler ki; Halid-i Bağdadî senin evladındır, kabul et. Abdülkadir Geylanî’de onların iltimasını kabul ederek Halid-i Bağdadî’yi kabul etmiş ve bundan sonra birden parlamış. Bu ruhani olayı bazı veliler müşahede etmiş, bazısı da rüya ile görmüş.’[65] Bağdat bölgesinde ilahların hâkimiyet savaşından bir kesit sunulmuş sanki! Ruhaniyetler gelip-gidiyor, torpil yapıyorlar, büyük ilah küçüğünü oraya sokmuyor, araya başka ilahların devreye girmesiyle küçük ilah’ta oraya giriyor. En sonunda da küçük ilah’ın uluhiyyeti Bağdat’ı ele geçiriyor. Yunan mitolojisindeki tanrıların mücadelesi gibi. Ölülerin tasarrufuna inanan, onlardan yardım isteyen birisi gerçekten Müslüman olabilir mi?

Kitablarının tenkitli metin şeklinde baskıları yapılabilr. Sadeleştirilebilir. Ama bunu duyan Nurcular hop oturup hop kalkar, kan beyinlerine sıçrar. Çünkü onlara göre risaleler kutsal metinlerdir. Üstadları özel misyonla görevlendirilmiş asrın müceddidi, harikulâde bir şahsiyettir. Onun ve risalelerinin hatalı olabileceğini kabul etmeleri mümkün değildir. Onlar üstadlarının erişilmez olduğunu kabul ederler. Yani üstadlarını rableştirme, ilahlaştırma bunlar da mevcuttur. Artık Nurcular, insanları Said Nursî’ye, onun kitablarına, onu yücetmeye daveti bırakmalıdırlar. Yıllardır kur’an tefsiri okuyoruz diye cemaatı uyutmaktadırlar. Risaleler asla bir tefsir değildir. En fazla birkaç yüz ayetin tefsiri olabilir.

Size onun öve öve bitiremediği tefsirinden bir bölüm aktaralım. Felak suresinde bakın neler bulmuştur; İşte yalnız mânây-ı iş’ari cihetinde bu sure-i azime-i harika, ‘kâinatta âdem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insanî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz’. Peygamberimize ve ümmetine emrederek her asra baktığı gibi mânây-ı iş’arisiyle bu acib asrımıza daha ziyade, belki zahir bir tarzda bakar. Kur’an’ın hizmetkârlarını istiâzeye davet eder. Bu mucize-i gaybiyye beş işaretle kısaca beyân edilecek, şöyle ki: Bu surenin her bir âyetinin manaları çoktur. Yalnız manay-ı işâri ile beş cümlesinde dört defa ‘şerr’ kelimesini tekrar etmek ve kuvvetli münâsebet-i mâneviye ile beraber dört tarzda bu asrın emsalsiz dört dehşetli ve fırtınalı maddi ve manevi şerlerine ve inkılâplarına ve mübarezelerine aynı tarih ile parmak basmak ve manen ‘bunlardan çekininiz diye emretmek elbette Kur’an’ın icâzına yakışır bir irşad-ı gaybîdir. Başta ‘Kul eûzü bi Rabbil felak’ cümlesi 1352 veya 1354 tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrîyle tevafuk edip nev-i beşerde en geniş hırs ve hasedle ve birinci cihan harbi sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan İkinci Harb-i Umûmi’ye işaret eder ve ümmet-i Muhammediye’ye manen der ki: ‘Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz’ ve bir manayı remzi ile Kur’an’ın hizmetkârlarından olan Risale-i Nur şakirdlerine hususi bir iltifat ile onların Eskişehir hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihte kurtulmalarını ve haklarının imha planının akim bırakılmasını remzen haber verir. ‘Min şerri ma halak’ cümlesi -Şedde sayılmaz- 1361 ederek bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zalimane tahribatına rumî ve hicrî tarihi ile parmak bastığı gibi, aynı zamanda bütün kuvvetleriyle Kur’an’ın hizmetinde çalışan Nur şakirdlerinin geniş bir imha planından kurtulmalarına tevafukla bir mânây’ı remzî ile onlara da bakar. ‘En-Neffasati fi’l ukad’ -şeddeler sayılmaz- 1328 adediyle bu umumi harbleri yapan ecnebi gaddarların hırs ve hased ile bizdeki Hürriyet İnkılâbı’nın Kur’an lehindeki neticelerini bozmak fikri ile tebeddül-ü saltanat ve Balkan, İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumi’nin patlamasıyla maddi ve manevi şerlerini, siyasi diplomatların radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderât-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli planlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevafuk ederek ‘en-Neffâsâti fi’l ukad’ın tam manasına tetabuk eder.[66]

Belki, Osmanlıca deyimleri bilmeyen birisi anlayamadığı için yukarıdaki metinde hak ve hakikat namına bir şeyler var zannedebilir. Allah aşkına bunun neresi tefsirdir? Hurufilik, ilm-i şeytanat olan ebced hesapları, işari/batıni tefsir örnekleri o kadar! ’Ukad/düğümler’ olmuş radyo düğmeleri! ‘Neffesat’ olmuş diplomatların konuşmaları! Yine Kur’an remzen kendisinin ve cemaatının Eskişehir, Denizli hapishanesinden kurtulmasını, İki cihan harbini haber veriyormuş(!) Tüm insanlara ve çağlara gönderilen Kur’an zorlama ebced hesablarıyla 20. Yüzyılın başındaki insanlar için mi gönderildi? Tefsirin devamında ebced hesaplarını tutturabilmek için ayetlerin başına bazen ‘min ve şerri’ hesaba girer, bazen sadece ‘min’ girer, bazen de her ikisi de hesaba dâhil olmaz der. Hangi karineye göre böyle yapmış belli değil. Aslında bunu attığı harflere mazeret bulmak için yapmaktadır. ‘Yarattığı şeyin şerrinden’ deki ‘min’; ba’zıyet/bütünün bir bölümünü ifade eder, Yani; Yaratılmışların şerri tamamen şer değildir, ya da bir kısım insanlara değildir der. Lakin ‘Hasedçinin şerrinden’ deki ‘min’ ise; ba’zıyet ifade etmez, hased’in her türü zararlıdır der.[67] Bazı kelimeleri ebced hesabı tutsun diye attım. Ama iyiki atmışım. Hem ebced hesabı tuttu, hem de böyle mana daha güzel oldu demektedir(!) Onun için Kur’an asıl değildir. Kur’an yalnızca onun istediği anlamları çıkarabileceği bir malzemedir. Canım ister hesaba dâhil ederim, isterse etmem.

*Nur Risalelerinin Kur’an’ın tefsiri olduğuna talebeleri yakinen iman etmişlerdir.“Garbın Sokrat’ı, Eflatun’u, Aristo’su gibi hakikatlı feylesofları ve Şark’ın İbn Sina, İbn Rüşd, Farabi gibi dâhi hükemâsı Bediuzzaman’ın ancak talebesi olabilirler” şeklinde tanıtılan Said Nursi’nin, bütün ilim dallarının hepsinde en büyük olması, buna mukabil bütün bu bilgilerin nihayet birkaç aya inhisar eden bir tahsil devresinin sonucu yazılması, zorunlu olarak akla ‘İlahi inayeti/yardımı’ getirmiştir.

Kendisinin açtığı yolda yürüyen şakirdleri şöyle diyeceklerdir; Risâle-i Nur yirminci asrın müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlıklarından ve müdhiş dalalet yollarından kurtarmak için Said-i Nursi’nin kendi ihtiyariyle yazılmamıştır, Cenabı Hakk’ın ihsanıyla yazılmış bir kudsî eserdir.

Son aşamada ise şöyle diyerek iyice haktan uzaklaşacaklardır. ‘Kur’an ve Risâle-i Nur; arş-ı azamdan, İsm-i azam’dan ve her ismin azamlık mertebesinden nüzul ile ezel ve ebed ve şu anı ve bütün gaybi âlemi ve tüm beşeri ve kevni hâdiseleri kuşatan ve tasarrufu altına alan Kelimetullahtır ve semavîdir. Yine, Kur’an surlarının yıkıldığı ve onun ana prensiplerine ve iman esaslarına hücum edildiği bir zamanda Kur’an’ın kendi kendini müdafaa için onun mucizevî lemaâtından sızmış bir bedenlenmiş nûrdur. Bundan dolayı semavî’dir, dünyevî değildir, bir Allah vergisidir. Hiçbir şahsın malı olamaz. Nitekim hârika bir şekilde zuhur ve intişarı ve tesir gücü ve insanları büyülemesi ve mucizevî, emsalsiz üslubu ve belagati ve onun tercümanlığına mazhar olan Said-i Nursi’de görülen garib ve acib fıtri ve ruhi haller mezkûr ifademizi apaçık desteklemekte ve isbat etmektedir’. Hadi hayırlı olsun Yeni Kitabınız(!)

Hatta artık risaleler ana kitab olmuştur. Haşr Risalesinin tefsiri mahiyetinde eserler yazılmaya başlanmıştır. Artık risalelerin Kur’an’a ayna değil, gölge olduğu kabul edilmelidir. Bugün her namaz sonrası risale okumayı cemaatlerine tavsiye eden Nurcular, kuran malumatları son derece sınırlı, kur’an cahili bir zümre oluşturmuşlardır. Maalesef kendilerine İslam ve Kur’an Şakirdi/hizmetçisi diyenler, insanları Nurculuğa ve Said Nursi’yi yüceltmeye bir misyoner gibi davet etmektedirler. Artık Kur’an’a ve bozulmamış, orijinal İslam dinine çağırmaya başlamalılar. Bugün bir Nurcu’nun Said Nursi’ye bağlılğı mezhep imamlarına olan bağlılığından daha fazladır. Hatta Nurcuları bir yeni itikadi fırka olarak görmek abartılı olmaz. Nur cemaatini büyütme gayretleri ittihad-ı İslam ve kulûba aykırıdır. Niçin insanları islama ve Kur’an’a çağırmazlar da, Risalelere çağırırlar? Nurcuların en büyük hataları, kargadan başka kuş tanımam deyen kimse misali, Said Nursî’den başka âlim tanımam, Risalelerden başka kitab okumam demeleridir. Bu onları kapalı devre yapmış, İslam bahçesinde açmış yüzlerce çiçekten mahrum etmiştir. En doğru yola ileten Kur’an, Said Nursî’nin eserlerine remzen işaret etmekten, onların kutsallıklarını isbat için kullanılan bir ebced kitabı derekesinden kurtarılmalıdır.

Aklı zayıf olanlar, hakkı adam ile tanırlar, adamı hak ile değil. Akıllı kimse ise; önce hakkı tanır, onunla da insanları. Hak nereden gelirse gelsin kabul eder. Batıl da kimden gelirse gelsin reddederler.

[1] 15.Şua, özetlenerek alınmıştır

[2] 15.Şua

[3] Said-i Nursi, Sözler,29

[4] A.g.e, s.28

[5] A.g.e, s.29

[6] Said-i Nursi, Emirdağ Lahikası, s.79

[7] Said-i Nursi, Mesnevi Nuriye, s.6

[8] Said-i Nursi, Emirdağ Lahikası, s.88

[9] Said-i Nursi, Emirdağ Lahikası, s.104-5

[10] Said-i Nursi, Sözler, s.28

[11] Said-i Nursi, Hizmet Rehberi, s.92

[12] Said-i Nursi, Hizmet Rehberi, s.73

[13] Said-i Nursi, Hizmet Rehberi, s.92

[14] Birinci Şua,

[15] Kastamonu Lahikası, s.233

[16] Birinci Şua,

[17] Mektubat, s.353-4

[18] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.124

[19] Sekzinci Şua,

[20] Gençlik Rehberi,

[21] Müdafalar, 300,7

[22] Birinci Şua’, 3.Nokta,

[23] Barla Lahikası, ???

[24] Onbirinci Şua,

[25] Emirdağ Lahikası,

[26] 1.Şua,

[27]Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 29

[28] Miftah’ul-İman, s.87

[29] Said Nursi, Nur Meyveleri, s.66

[30] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.8

[31] 14.Şua,

[32] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.228

[33] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.239

[34] Said-i Nursi, a.g.e, s.239

[35] , Ali Gözütok, Müslümanlık ve Nurculuk

[36] Said-i Nursi, a.g.e, s.229

[37] Mektubat, s.360

[38] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.230

[39] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.230

[40] A.g.e, s.231

[41] Said-i Nursi, a.g.e, s.236

[42] Mektubat, s.419-20

[43] Said-i Nursi, a.g.e, s.219

[44] Bu hadis Ebu Davud’un Süneninde ‘Melahim’ bölümünde yer alır. [Ebu Davud, Sünen 4/156] Hadis şöyledir; “Allah her yüzyılın başında dini yenileyecek bir kişiyi bu ümmete gönderecektir.” Hadisin peygambere isnadı sahte olduğu gibi, daha başka sahtekârlıklar da içermektedir. Şöyle ki hadisi nakledenler İmam Şafii’nin talebe ve tabiileridir. ‘Kureyşin âlimi /Şafii yeryüzünü adaletle dolduracaktır’ hadisini uyduranlar da aynı kimselerdir. Ne hikmetse mücedditler (!) hep şafiilerden çıkmıştır. [Hakkı Ünal, Periyodik Reform, Müceddid Hadisi Hakkında Bir İnceleme, İslami Araştırmalar, C.6, Sayı.4, s.261-76]

[45] 5.Şua,

[46] Abdullah Tekhafızoğlu, Risale-i Nur’un İçyüzü, s.343

[47] Emirdağ Lâhikası I, 194

[48] Emirdağ Lâhikası I, 150,

[49] Abdullah Tekhafızoğlu, a.g.e, s.606

[50] 1.Şua,

[51] M.Yaşar Kandemir, Ali md, DİA, C.2, s.375

[52] Sekizinci Şua,

[53] Bu cevşen ile münacatta bulunan kimseye, bedir savaşında şehid düşen sahabenin sevabıyla 900 bin şehid sevabı verilirmiş, kefenine yazana kabir azabı dokunmazmış, dört kitabı okumuş kadar sevab kazanırmış, asla cehenneme girmezmiş vs. Bugün o kadar meşhur olmuştur ki, herkes boynunda, koynunda, arabasında cevşen taşımaya başlamıştır.

[54] Mehmet Toprak, Cevşen md, DİA, C.7, s.463

[55] Said Nursi doğduğu andan itibaren insanüstü bir yaratık olduğu, tavır ve davranışları ile bellidir” şeklindeki anlatımlar hemen hemen bütün Şiî imamlarında bulunmaktadır. İmamiyye’nin son imamı Muhammed b. el-Hasen el-Askerî’de doğduğu zaman tıpkı Said Nursi gibi davranmış, çevresindekileri şaşırtmıştır, mesela, okunan ezana gayet fasih bir arapça ile kelime- i tevhid’i okuyarak cevap vermiştir. Said Nursi, çok küçük yaşta iken ilahi bir lütuf ile bütün ilimleri hemen öğrenmiş, hayatında hiç sual sormayıp, yalnız suallere cevap vermiştir. Bu da imamlara has bir özelliktir. Mesela 9. İmam Muhammed et-Taki de babası öldüğünde sekiz yaşındaydı. Hatta mezhep mensupları bu yaşta bir çocuğun imam olup olamayacağı hususunda tereddüde düşmüşlerdi. Bu sebeple kendisini imtihan etmeye karar vererek sorular sormuşlardı. Bu Küçük İmam’da, kendisine sorulan otuz bin kadar soruyu gayet rahatlıkla cevaplandırarak rüşd ve ehliyetini isbat etmişti(!) Şia akidesine göre hiçbir imam bir başkasına sual sormamış, kendisine sorulanlara cevap vermiştir. Said Nursi birçok defalar zehirlenerek öldürülmeye çalışıldığını ve bu şekilde bir gün öldürüleceğini, şehîd edileceğini iddia etmesi de İsna-i Aşeriyye’nin imamlarına has bir özelliktir. Bu mezhebe göre, imamların hiçbiri normal ölümle ölmemiştir, hepsi öldürülmüş yani şehîd edilmiştir. Bu cinayette seçilen araçta zehirdir.[Yaşar Kutluay, İslami Tetkikler Ens. C.3]

[56] 14. Şua, Emirdağ Lahikası, 154, 193

[57] Abduaziz Bayındır, Aracılık ve Şirk, s.145-6

[58] Barla lahikası, s.325

[59] Abdulaziz Bayındır, Aracılık ve Şirk, s.136-72

[60] Müdâfaalar, 120,

[61] Tarihçe-i Hayat, s.43

[62] Sekizinci lem’a,

[63] 15.Mektub,

[64] 8.Lem’a

[65] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.16

[66] Asa-yı Musa, s.76-7

[67] A.g.e, s.78

 

Share