Edip Yüksel’in Avrupa Parlamentosundaki Konuşması
7 Haziran 2012
(İngilizceden çeviren: Ensar Üzümcü)
Aşağıdak 7 Haziran 2012 tarihinde Avrupa Parlamentosunda yaptığım konuşmanın metnini ve mentnii okuduktan sonra metnin altındaki videonun adresine tıklamanızı tavsiye ederim. Hayatı boyunca hiç sövgü sözleri ve ifadeleri kullanmayan biri olarak ilk kez ellerimle yaptığım bir jestle Amerikalıların anlayacağı bir sövgü ifadesinde bulundum.
“Azgınlıklarımıza ve hegemonyamıza karşı çıkan herkesi mahkemelerde bile yargılamadan insansız uçaklarla katlediyoruz… ABD-Co’nun savaşlarının, gizli operasyonlarının ve bombaladığı ülkelerin listesini Times Roman fontuyla, 9 puntoyla, tek satır boşluğuyla, her ülke için bir satır olmak koşuluyla listelesek benim orta parmağımdan beş kat daha uzundur. Bilişsel Çelişki ile her kanlı liste mümkündür!”
Parlamentodaki konuşmamın ilk bölümünün videosunun youtube linkini bu metnin altında bulacaksınız. O videoyu seyretmeden önce konferansa sunduğum bu metni okumanızı öneririm. Konuşmamda hepsini paylaşmaya vaktim olmadı.
Kızkardeşlerim ve kardeşlerim, peace, selam, şalom, aşiti!
Dünyadaki anayasaları çalıştığım zamanlarda, bir halkın dilini yasaklayabilen bir maddeyi kendi bünyesinde barındıran tek anayasanın Türk Anayasası olduğuna şahit oldum. “İfade özgürlüğü” başlığı altında bir dili, Kürt halkının dilini yasak eden tek anayasa… Halktan bu kültürel soykırıma karşı duranlar oldu. Bunlardan bazıları başarılı olmuş ve bazılar da asimile edilmişlerdir. Ben ise ikinci gruba dahil olanlardanım. Maalesef, bildiğim yaklaşık beş dil içerisinde en zayıf olanı, Türk kardeşlerim sağ olsunlar, ne yazık ki kendi ana dilimdir.
Ben ırkçılığın şeytani sonuçlarını birinci elden tattım. Kardeşimi yitirdim, Metin Yüksel’i Türk milliyetçilerinin korkak kurşunlarına kurban verdim. Dört yıl hapislerde yattım ve kardeşimin katilleri ile aynı koğuşa konuldum. Bu katillerden birisi, şu anda, T.B.M.M’nin seçilmiş bir milletvekilidir.
Herhangi bir kâğıttan okumadan ders verir ve anlatım yaparım. Çünkü aksi sıkıcıdır; bilirim. Fakat burada konuşurken bazı ayrıntılara temayül etmek isteyeceğimi bildiğimden ve zamanla ilgili bir kısıtlama olduğundan, duygu ve düşüncelerimi bir sayfadan okuyarak paylaşma kararı aldım. Lütfen buna katlanın. Söyleyeceklerimi ilgi ve dikkat ile dinleyin.
Sadece birkaç yıl önce gerçekleşmiş olan bir katliamdan bahsetmeyeceğim… Evvela, iyi bir hikaye anlatıcısı olmadığımı belirtmeliyim. Böylesi kanlı trajedileri ve daha da fazlasını üretmeye mahkûm olmuş, miyoplaşmış, şeytani ve alabildiğine adaletsiz bu eko sisteme bir biçimde katkıda bulunan bizler, evet hepimiz birer Suçluyuz ve işlenen bu zulüm ve katliamların ayrıntılarını tartışmak için parmağımızla başkalarını göstermenin dışında, üretken ve çözüm odaklı farklı yollarımızın olduğuna inanıyorum. Asıl sebepler üzerine yoğunlaşmadığımız müddetçe kendi atalarımız tarafından işlenen vahşetlerin, tüm çatışkıların ve kavgaların oluşturduğu, bitmek bilmez bu vahşet döngüsünü kırmaya asla muktedir olamayacağız. Hatırlayın, bizler Kabil’in çocuklarıyız, hayatta kalmayı başarabilmiş katillerin çocukları… Bizler zorba galiplerin çocuklarıyız.
Artık kendimiz de dâhil herkese zarar vermeden ötesine geçmemizin mümkün olmadığı, tarihteki bir eşik noktasına vardığımıza inanıyorum. Habil’in taşıdığı “barışçı gen” için desteğimizi sürekli ayakta tutmalı ve eli kanlı atalarımızdan miras aldığımız genetik kodumuzun ilkel yanını bastırmak için elimizden geleni yapmalıyız. Artık yazılım/bilgisayar programımızı, beynimize iliştirilmiş olarak gelen 19 Mantık Kuralını (19 Rules of Inference) kullanmamızın zamanıdır; kendimizi ve kendi doğamızı yeniden düzenlemek için onu hayata geçirmeliyiz. Başkalarını suçlamak için parmağımızla diğerini göstermeden önce kendimize bakmalıyız.
Burada bir Kürt, bir Türk veya bir Amerikalı ya da bir Hukukçu olarak konuşmuyorum. Kahramanlarımdan birisi olan Sokrates gibi konuşacağım. O büyük adamın çapında olmadığımı ve aynı zamanda Avrupa Parlamentosunun 501 jürilik Roma senatosundan çok daha iyi olduğunu biliyorum. Elbette, şu anda bir mahkemede yargılanıyor değilim; fakat, kendimi insanlığın bir üyesi olarak burada kısa süreli bir yargı sürecine koymayı istiyorum.
İşte bu sebeple, sizler gibi bir Homo Sapien olduğumu göstermek için, sarığımı, kravatımı ve hatta gömleğimi çıkarıyorum. Belki omzumda bulunan bir doğum lekesi istisna kalıyor…
Öncelikle sizlere kötü bir haberi vereceğim. Bu haberin üzerinde durmamın sebebi, ısrarcı bir sivrisinek gibi rahatsız etmek değil. Sadece beyninizi, kalbinizi ve bilincinizi bir nebze olsun gıdıklayabilmeyi istiyorum. Bunu birkaç iyi haberin izleyeceğinin sözünü de veriyorum, çok iyi olanlarından. Bu odadan ve sizden başlayarak küresel siyasetteki yeni bir çağ için kelebek etkisi yaratabilecek iyi haberler.
Birleşmiş Milletler, 1948 yılında, Soykırım suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına ilişkin 19 maddelik bir Anlaşma düzenledi. Birleşmiş Milletler Konvansiyonu’nun ikinci maddesi soykırımı şöyle tanımlıyor:
Bir ulusu, bir etnik kimliği, ırksal veya dinsel bir grubu tamamen veya kısmen yok etme amacı gütmek suretiyle aşağıdaki eylemlerden herhangi birisinin işlenmesi, hali hazırdaki Anlaşmaya göre soykırım kapsamına alınmıştır. Eylemler şöyledir;
- Gruba mensup olanların öldürülmesi;
- Grup üyelerine ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
- Grubun fiziksel varlığını bilinçli olarak tehlikeye atmak, bütünüyle veya kısmen yıkmak için yaşam şartlarında hesaplı değişiklikler yapmak;
- Grup içindeki doğumları engellemek amacıyla bazı önlemler dayatmak;
- Bir grubun çocuklarının zorla başka bir gruba aktarılması.
İnsan Hakları Bildirgesi, BM kararları, Uluslararası yasalar…
Yasalar?
Yasaları kimin umurunda? Onları hazırlayanların, belirleyenlerin ve geçişini onaylayanların dahi umurunda değil Yasalar.
Yasalar?
Kim takar yasaları?
Ülkelerin birçoğu Thrasymachus’un çocukları tarafından yönetiliyor.
Çok yaşa Thrasymachus!
“Kim güçlüyse o haklıdır”!
Eğer bizler Müstesna Amerikalılar (American exceptionalism ile ifade edilenler) isek veya kendi yarattığımız problemlerin ortasında kendisiyle baş-başa kalan Seçilmiş Kavim isek, yasaları niçin umursayalım? Ne Uluslararası Ceza Mahkemesi bizlerin istisnai insanlarına el uzatabilir, ne de BM’nin kararları işlemekte olduğumuz suçlarımızı durdurabilirler. Geride bıraktığımız şu on yıl içerisinde kendilerini açıkça gösteren savaş suçlularımıza, Sharon’a, Bush ve onun Siyonist çetesine, Cheney, Wolfowitz, Feith, Bolton ve Perle’ye ne oldu?
Yasalar kimin umurunda?
Belki de, sadece fakir ve güçsüz olanlar yasaları takip etmek zorundadır! Nitekim sözde adalet sistemimiz büyük hırsızları aklayarak onları temize çıkarmak ve öte yanda, kendini ve çocuğunu beslemek için ekmek çalan aç insanı acımasızca cezalandırmak için düzenlenmiştir!
Bizler İNSANLAR İKİYÜZLÜYÜZ ve Bilişsel Çelişki denilen illet ile hastayız. GERÇEĞİ kabul etmediğimiz müddetçe iki yüzlülükten ve trajedilerden kurtulamayacağız.
Ne ekersek onu biçeriz. Nitekim, küresel ısınmanın, savaşların ve çete terörlerinin faturasını tüm insanlık ödüyor. Ve ektiğimiz felaketleri, eskiye nazaran çok daha hızlı bir biçimde ve daha şiddetli olarak biçiyoruz.
Müsaadenizle, bir insan olarak günahlarımızı itiraf edeyim. Yeryüzünde kendilerini dünya liderleri veya Tanrı’nın temsilcileri olarak ilan eden birkaç zorbadan af dilenmek için bir itirafta bulunmuyorum. Hayır. Ancak bizi birleştirmek için bir itiraf ta bulunacağım, saldırganlığımızı ve ikiyüzlülüğümüzü, beraberinde – tüm insanlık olarak taşıdığımız ortak bağımızı ve Dünya denen bu kalabalık ve sorunlu uzay gemisindeki yolcular olarak paylaştığımız ortak kaderimizi hatırlatmak için!
Bir katliam, savaş veya bir insan hakları ihlali kendi içinde münferit bir hadise değildir. Bunlar, bizlerin seçtiği çok daha büyük bir sistemin, bir ideolojinin ve yaşam tarzının parçalarıdırlar. Tüm bu parçalar, kadınlara nasıl davrandığımız, fakire hangi gözle baktığımız, hayvanlara nasıl muamele ettiğimiz, çalışıp değer üreten insanı, dünyayı, ailemizi ve insanlığı nasıl değerlendirdiğimizle birebir ilişkilidir, bağıntılıdır. Bir katliam, savaş veya bir insan hakları ihlali, yaşam tarzımızın bir tezahürüdür, kendi oluşturduğumuz ve bizi çevreleyen sistemin, değerler dizisinin/kendi paradigmamızın nihai bir ürünüdür.
- Bizler cahil ve kendini beğenmiş zalimleriz. Bizler bir yandan Bulgaristan ve Almanya’nın topraklarında yaşayan Türk azınlıklarına kültürel haklarını vermesini isteyebiliyoruz ama öte yandan biz Kürt azınlığın varlığını ilk inkâr eden, onların dil ve kültürlerini, hatta bayramlarını dahi yasaklayan ve sonrasında onları suikastlara ve katliamlara maruz bırakıyoruz.
- Bizler cahil ve kendini beğenmiş zalimleriz. Kendi hayatları, insani hakları ve onurları uğruna kavga ettikleri için Kürt azınlığını vatan haini olmakla suçluyor, kültürel bir soykırım politikasına ve ardından suikastlara, hapis cezalarına, köy yakmalarına, işkence ve katliamlara, kısacası Türkiye’nin ‘yerli’ nüfusu Kürtlere karşı olan hemen her zulme “evet” diyoruz. (Geçtiğimiz yıllarda kayda geçen 60 bin ölünün yüzde 80’i Kürtlerdi.) Diğer taraftan, İRONİK bir biçimde, Kürtlere dayattığımız faşist politikalar ve eylemlerin onda biri dahi Kıbrıs’ta yaşayan Türklere dokunmamış olmasına rağmen, Türk azınlık adına Kıbrıs’a savaşa gidip Kıbrıs’ı BÖLÜYORUZ.
- Bizler, kendi nüfusumuzun yüzde 20’sini oluşturan bir azınlığın dilini yasaklayan tek ülke olmayı pek bir hafife alıyoruz.. İroniktir, İslam, ırkçılığı kınayıp her dili Allah’ın ayetleri olarak kabul eder. İslam farklılıkları saygı ve takdire şayan buluyorken, bizler tüm bu yaptıklarımızdan sonra sıkılmadan Müslüman olduğumuzu söyleyebiliyoruz.
- Bizler cahil ve kendini beğenmiş zalimleriz. Bizler Avrupalılardan camilerimize değer vermelerini, kendi toprakları üzerinde göklerini delen minarelerimize hoş gözle bakmalarını istiyoruz ve eğer eski bir camiyi kiliseye çevirirlerse yüksek bir sesle protesto ediyoruz, ancak her nasılsa, Ayasofya’yı bir Camiye çevirmek isteyebiliyoruz. Sanki boş bir camiye daha acil ihtiyacımız varmış gibi…
- Bizler suçlularız ve bunun inkârı içerisindeyiz. Bizler azınlıkları azınlıklara kırdırdık ve 1995’te bir milyondan fazla Ermeni’nin yok olması ile sonuçlanan, Türk ve Kürtlerin Ermenilere karşı işledikleri soykırım vahşetine izin verdik. Çeyrek milyon kadar olan Asiriler, bizlerin bu soykırım çılgınlığının kurbanı oldular.
- Bizler bencil ve egoist zalimleriz. Avrupa ve Amerikan’ın Ortadoğu’da sebep olduğu; savaşları ve işgalleri, sömürgecilikleri ve vahşetleri protesto edip kınıyorken, diğer taraftan da insanlığa olan en büyük katkısı sadece; diğer insanların ülkeleri işgal etmek, onların zenginliklerini yağmalamak, onları vergiye bağlamak, daha fazla savaş, istila ve yağmalama için çocuklarını kapıp emperyal ordusuna katmak olan Fatih ve diğer Osmanlı zorbalarını coşkuyla kutlayabiliyor, kendi atalarımızın yaptığı benzer saldırganlıkları ve zalimlikleri hiç utanmadan övebiliyoruz.
- Bizler cahiliz, kendini sürekli haklı gören zalimleriz. Geçmişin soykırımlarını ve vahşetlerini büyük-küçük demeden kınıyoruz. Eğer bu vahşet, mensubu olduğumuz kabilemize karşı ise kınamaya ayrı bir özellik katıyoruz ve hemen sonra, kınadığımız şeyin aynısını hatta daha da fenasını başkalarına yapıyor ve bundan büyük keyif alıyoruz. Şimdi bu konuyu burada konuşuyorken bile birçok yerde zulüm işlemeye devam ediyoruz.
- Bizler cahiliz, kendini ahlaklı sanan zalimleriz. Özgürlük, demokrasi ve insan hakları adı altında ustalıkla paketleyip sunduğumuz bitmek bilmez emperyal savaşlarımızla, kitle imha silahları ve donanımlı ordularımızla 666 kez daha vahşi bir terörizmi işleyen kendi çeyreğimiz iken, insan ırkının diğer bir çeyreğini terörist ilan edebiliyoruz.
- Bizler cahiliz, hezeyanlı ve kendini beğenmiş zalimleriz. Kendimizi Davut zannedip dünyaya kahraman diye hava atarken aslında Calut’un ta kendisiyiz. Kendi yalanımızı yine kendimize yutturuyoruz. Özgürlüğü, evi, hayatı ve onuru için tanklarımızın karşısına elinde bir taş ile çıkan yoksul bir genci terörist sayma küstahlığını sergileyebildiğimiz gibi, birer üniforma giydirip bir tankın içerisine koyduğumuz bol vitaminli faşist işgalcilerimizin masum oldukları yalanını yüzümüz kızarmadan iddia edebiliyoruz. Çelişkilerin en yamanını işliyoruz.
- Gandi, Martin Luther ve Mandela gibi geçmişteki düşmanlarımızı bugün büyük ahlaki liderler olarak tanıtarak onları övmekten utanç duymuyoruz. Halbuki, onlar barış şarkıları söylüyor diye zulüm ve zorbalığımıza son vermedik. İşgallerimizin ve sömürümüzün artan maliyetleri, lojistik problemler ve haklarını gasp ettiğimiz halkların uyunarak zulüm ve sömürümüze karşı silahlı ayaklanmalarla isyan etmesi gibi unsurların azgınlığımızı durdurmaya bizi zorlayan asli gerekçeler olduğu gerçeğini kendimizden bile saklıyoruz. Hegemonyamıza karşı isyan edenlerin arasından en pasif olanlarını seçip onlarla yeni bir anlaşma imzalamayı tercih ediyoruz. Kurbanlarımız arasından radikal asiler yerine barış-gönüllüsü olanları seçerek bir anlaşma yapıyor, böylece değişimden kendimize pay çıkarmayı istiyoruz. Böylece, sinsi hesaplarla yeni şartları müzakere ederek avantajımızı olabildiğince elimizde tutma maksadı güdüyoruz.
- Bizler saçmalayan, kuruntulu ve kurnaz insanlarız. Emrimizdeki diktatörler veya kukla rejimler altında acı çeken fakir ülkelerin insanlarına “insan hakları” vaazları veriyor, işlediğimiz ve halen işlemekte olduğumuz insanlık tarihinin bilinen en büyük vahşetine ürkütücü bir coşkuyla devam ediyoruz: Yahudi soykırımı, halı bombardımanı, Napalm bombaları, Mayınlar, Heronlar… Yani bizlerin, Geert Wilders, Robert Spencer, David Horowitz gibi insanlara dönüşmemiz ve aramızdan Neoconların, Siyonistlerin, İsa’nın geri gelmesi için Ortadoğu’da kan gölü oluşturmayı çalışan Haçlıların ve Kapitalistlerinin çıkması bir sürpriz değil. Doğu ve Batı arasındaki çatışmayı arttırmak için her türlü yolu ve propagandayı denemekte bir sakınca görmememiz de… Kanlı tarihimizi tekerrür ettirerek başka bir soykırımı bu kez Müslümanlara karşı işlersek torunlarımız buna pek de şaşmamalı. Bilişsel Uyumsuzluk ile her kötülük mümkündür!
- Bizler bilgisiz, benmerkezci ve ilkel zorbalarız. Bizler dünyaya nükleer silahlar hususunda vaazlar veriyor, terörizme karşı-savaş açıyoruz, fakat dünyanın birçok yerinde işlediğimiz vahşetler ve devlet terörü için özür bile dilemiyoruz. Tarihteki bilinen en büyük terörü (sivilleri hedef alan saldırıları) de buna eklemeliyiz: Nagazaki ve Hiroşima… Bilişsel Uyumsuzluk ile her kötülük mümkündür!
- Bizler gerçeğin ve adaletin faziletlerinden bahsederiz ama yalanlara öylesine alışmışızdır ki, istihbarat örgütleri ve onların medya ve akademi ayağındaki kuklaları aracılığı ile yalanlar ve propagandalar oluşturmak için milyarlarca dolarlık bütçeler ayırırız. Nitekim kurşunlar ve bombalar yoluyla o harika demokrasimizi Iraklılara götürürken 1 milyondan daha fazla canı almış olmamız bizi pişmanlığa sürüklemiyor. Dahası bizler, on binlerce masum insanı katleden ve katliamları gelişmiş sorgulama teknikleri, tali zarar, yarma taarruzu ve dalgalanma gibi üzeri örtülü kelimelerle erdemli işler gibi sunan dünyanın en azılı kanlı ordusunun başkumandanını Nobel Ödülüne layık gördük.
- Azgınlık, sömürü ve hegemonyamıza karşı çıkan herkesi mahkemelerde bile yargılamadan insansız uçaklarla katlediyoruz… ABD-Co’nun savaşlarının, gizli operasyonlarının ve bombaladığı ülkelerin listesini Times Roman fontuyla, 9 puntoyla, tek satır boşluğuyla, her ülke için tek satır kullanarak listelesek orta parmağımdan beş kat daha uzunlukta olur. Bilişsel Uyumsuzluk ile her kanlı liste mümkündür!
- Medeniyetimiz ve teknolojik başarılarımız ile övünürüz, ama Bosnalı Müslümanlar aramızda yıllarca tecavüze uğradılar ve soykırıma maruz kaldılar. Güçlü ordularımız o katliamları seyretti. Galiba, menfaatlerimizi dikte ettirmek ve böylece şımarık tüketici yaşam tarzımızı devam ettirmek için doğal kaynaklarını sömürmek istediğimiz küçük ülkelere hava atmakla veya cezalandırmakla meşguldük… Bilişsel Uyumsuzluk ile her soykırım mümkündür!
- Bizler güzel ve uygar insanlar olmamızla övünüyoruz, fakat kendi çocuklarımızı video oyunları ve filmler aracılığı ile her çeşit şiddete alıştırıyor, kutsal olan insan hayatına karşı duyarlılıklarını azaltıyoruz.
- Bizler, içlerinde konforlu yaşam sürdüğümüz köşklerimizi ve lüks yaşam tarzımızı sonuna kadar hak ettiğimizden dem vuruyoruz. Hâlbuki yaptığımız şey; plütokrasi ve kapitalizm ile, karşılıksız paralar basarak, spekülasyonlar ve tefecilik yoluyla ve en önemlisi, adaletsizliği yasalarla yasallaştırarak, gece gündüz zor koşullarda çalışan insanların ürünlerini ve hizmetlerini çalıyoruz.
- Bu rezaletleri işlerken, bizi çevreleyen doğayı, okyanuslarımızı ve kendi atmosferimizi de kirletip mahvettik, ediyoruz. Bilişsel Çelişki ile her çeşit kötülük mümkündür!
- Göz kamaştıran paketler içinde sunulan teknoloji harikası oyuncaklarımızla övünüyor, plastik şişelerden dağlar dolusu atık oluşturuyoruz. Teksas’ın iki katı büyüklüğündeki devasa plastik çöp dağı demokrasilerimizin politikacılarını rüşvetle satın alan büyük şirketlerin gücünden daha daha hızlı bir şekilde Kuzey Pasifik’te dönerek büyümeye devam ediyor.
- Yoksulu yedirmek için yeterince yemeğimiz olmadığından yakınıyoruz, fakat daha bir hafta önce kapitalizmin yüksek-rahipleri tarafından vaaz edilen doktrinleri sorgulamadan izleyen Hindistan Devleti’nin, milyonlarca ton dökülmüş yiyeceği -abartısız olarak ‘bir dağ dolusu’ yiyeceği- nasıl da çürümeye terk ettiğinin içler acısı resmine şahit olduk. Maalesef, bu dünya üzerinde her yıl milyonlarca insan açlıktan ölürken, milyonlarca ton yiyecek kapitalistler tarafından kasıtlı olarak israf edilmektedir!
- Açgözlü kapitalizmin yanında, halktan kopuk hükümetler ve artmakta olan dünya nüfusu insanlığın geleceği için en büyük tehlikenin çanlarını hiç olmadığı kadar şiddetle çalıyor. Buna rağmen, Katolikler, Sünniler, Mormonlar ve insan üretimi dinlere mensup birçok siyasi ve dini palyaço annelerimizi birer doğum makinelerine çevirmek için adeta yarışıyorlar.
- Müslüman olmakla, yani bir barış gönüllüsü olarak kendini Allah’a teslim etmekle, Muhammed’in bir takipçisi olmakla övünüyoruz. Tarihin en barışçıl insanlarından biri olan Muhammed’in ölümünden yüzyıllar sonra ciltler dolusu yalanlar üreterek onu bir savaş-çığırtkanı, bir işkenceci, bir seks manyağı, bir kadın düşmanı, zalim bir diktatör, okuma yazma bilmeyen bir cahil ve batıl inançlara sahip bir ortaçağ Arap’ı olarak resmediyoruz. Bir yandan Kuran’ın kayıtlı olduğu sayfalara, mushaflara karşı aşırı saygı gösteriyoruz, ama öte yandan Kuran’ın içerdiği evrensel prensiplere ve talimatlara karşı açık, özrü kabul edilemez bir ihaneti işliyoruz: aklımıza ihanet ederek, batıl inançları ve doğmaları kabullenerek, din adamlarına şefaat etme ve Allah adına kural koyma yetkisi vererek, şiddete teşvik ederek, intihar saldırılarına fetva vererek, Yahudi ırkına düşmanlık yaparak, mürtetleri öldürerek, kadınları horlayıp haklarını gasp ederek, açları ve evsizleri umursamayarak, insanları taşlama cezasıyla öldürerek ve diğer korkunç suçları işleyerek… Bilişsel Uyumsuzluk ile her kötülük mümkündür!
- Hristiyan olmakla, tarihteki en barışçıl ve adil insanlardan birisi olan İsa’nın izleyicileri olmakla kıvanç duyuyoruz … Fakat İsa’dan hemen sonra Roma İmparatorluğu’na asker olduk, köle sahiplerine dönüştük, “cadılar” ve “kâfirler” dediğimiz insanları kazıklara geçirip yaktık, kanlı Haçlı Seferlerine destek çıktık, çeşit-çeşit ve tür-tür işkence makineleri icat ettik, engizisyon yoluyla düşünür ve bili madamlarını lanetledik, iki dünya savaşına girip birçok ülkeyi yerle bir ettik, milyonlarca insanı soykırımla hunharca katlettik, büyük ve daha da büyük bombalar yapabilmek için gece gündüz demeden çalıştık, çok sayıda ülkeyi işgal ettik, yakıp yıktık, dünyadaki birçok insanı da öldürmekten beter ettik. Böylece, “başkalarının sana nasıl davranmasını istiyorsan onlara öyle davran” Altın Kuralını “önleyici saldırı” adını verdiğimiz demir-kural ile, yani “başkaları sana kötülük etmeden sen onlara kötülük et” ile değiştirmiş olduk.
Peki, toplumsal değerleri küçümseyen, insanlığın iyiliğine inanmayan bedbinler mi olmalıyız? HAYIR
- Kötümser olamayız. İnternet ve iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması ve nüfustaki artış ile beraber, ektiğimiz şeylerin mahsullerini eskiye nazaran çok daha hızlı ve katlanmış olarak biçiyoruz. Kendilerini mutasyona uğratıp görünümlerini değiştiren ve diğer insanların kanlarına vahşice diş uzatma metotlarını başkalaştıran, fakat aynı kuruntuları, böbürlenmeleri, küstahlıkları ve hala dinmemiş olan açlıklarını kendi içlerinde barındırmaya ve beslemeye devam eden emperyalist güçler, üçüncü dünya ülkeleri denilen yerlerde daha fazla kanı umarsızca dökemeyecekler, bunu yanlarına kar bırakamayacaklar. Dünyamız savaşlarımıza, yalanlarımıza, küstahlıklarımıza, soyguncu bankalarımıza, Siyonist propagandalara, Tanrı’nın bize özgür olarak sunduğu bu Mavi Gezegeni kirletip zehirleyen ve kısıtlı kaynaklarımızı boşa akıtan kapitalist-tüketici aptallıklara daha fazla dayanamaz.
- Kötümser olamayız. Umut vadeden bazı gelişmeler var. İsveç, Norveç Finlandiya gibi müjde örnekleri var…
Çözüm için önerilerimiz var:
İlk olarak saldırganlık, kibir, kuruntu ve zihinsel çelişki gibi belirtilerin açığa çıkmasına sebep olan hastalığı teşhis etmemiz gerekir. Savaşlara ve soykırımlara sebep olan bedenimizdeki tümörlerin farkına varmalıyız:
- Başkalarına zarar vermek için kullanılmadığı müddetçe diğer insanların fikirlerine karşı toleranslı ve saygılı olmayı öğretebilmeliyiz. Kan akıtma ve öldürme yoluyla cennete girmeyi yücelten dini dogmaları sorgulamalı ve onları reddedebilmeliyiz
- İlk, orta ve yüksek okullarımızın müfredatına ekleyeceğimiz felsefe ve kritik düşünme derslerini “Alan Dersi” kapsamına almalıyız.
- Gerçek demokrasiyi kurmalı ve bizlerin seçilmiş olan yetkililerimizi kasıtlı ve olumsuz etkileyen lobileri yasaklamalıyız.
- Erkek ya da kadın olsun, pembe veya mor, mavi veya siyah, inançlı ya da ateist, fakir yahut zengin olsun, bu gezegendeki her insanın önceliği savaş çığırtkanlarına karşı ayakta durmak olmalıdır. Askeri Endüstri Komplesi… Silah Tüccarları… İşte bu kan emiciler, düşmanlar üreterek, onların gücünü alabildiğine abartarak ve sürekli devam eden çatışkıları oluşturarak, diledikleri yerlerde savaşlar üretmek isterler. Savaşlar çıkarmak için kendi seçtikleri, atadıkları ve rüşvete bağladıkları politikacıları kullanırlar. Bizler, küresel ve yerel savaşlar üzerinden kâr elde edenlerin kimliklerini açığa vuran 10 kişilik bir liste oluşturmalı ve onları insanlığın düşmanları olarak ilan etmeliyiz. Askeri harcamalarımızın önemli ölçüde azaltılması için politikacılarımıza talepte bulunmalıyız. “Korkmamız gereken tek şey korkunun kendisidir” (FDR). Hepimiz şu tarihi uyarıyı dikkatle dinlemeliyiz: “… Askeri Endüstri Kompleksinin büyük güç elde etmesine karşı tetikte durmalıyız. Yanlış yere konmuş gücün yıkıcı yükselişi için potansiyel mevcuttur ve “kâr için savaş” tehdidi varlığını devam ettirecektir.” (Eisenhower).
- Çok uluslu büyük şirketlerin haber ajansları, film sanayileri, internet siteleri, lobileri, politikacıları ve akademisyenleri, içinde yaşadığımız bu kırılgan eko sistemi yok eden kapitalist dogmalar üretiyor, insanları aç gözlülüğe ve yolsuzluğa teşvik ediyorlar. Kapitalist sömürüyü ve yolsuzluğu ortadan kaldırmak, her insan için makul bir sağlık hizmeti, eğitim, ev ve yiyeceği garanti edebilmek için, totaliter bir rejim oluşturmaksızın, ‘adil’ bir ekonomik sistem kurmalıyız. Otoriter komünizmi gömdüğümüz aynı mezarlığa, şimdi, kapitalizm ve tüketiciliği gömmeliyiz.
- Milliyetçiliği, uyku halindeki bir beyin virüsü olarak algılamalıyız. Aktif olmadığı zamanlarda sahte vatanseverlik duygusunu açığa çıkaran hafif bir hastalıktır milliyetçilik.. Fakat, bazı şartlar gerçekleştiği vakit, örneğin, ekonomik kriz veya bazı kışkırtmalar yoluyla, bu virüs kolaylıkla mutasyona uğratılarak aşırı-ırkçılık ve şovenlik gibi kontrol edilmesi imkânsız ve ölümcül komplikasyonlar ve trajedilerin semptomlarını gösteren yok edici bir tehlike haline getirebilir. İşte bu virüsler yeteneksiz ve kötü politikacılar tarafından, silah tüccarları, yobazlar ve genellikle de küresel finans kurumları yoluyla beslenirler, tetiklenirler. Bayraklar saplantı haline getirilmiştir ve birer mini put olarak kullanılırlar. Bayrakları sallamak failin hormonlarını tetikler ve nihayetinde, iyi insanların da ayrıca vahşet ve soykırım gerçekleştirmelerine sebebiyet verirler.