Barış süreci konusunda dayıoğlumun mektubu

Share

FROM: Baha Mutlu

TO: Edip Yuksel, Mufid Yuksel, Emîn Qardaş, Dara, Mıhyedin Batmani

 19 Mayıs 2012

Bitliste Newroz 17 Mart 2013

 

Mebdeyi selam ile açıyorum.

Başarılarınızı diliyorum, çetin ve meşakkatli bir yolda risk alarak ilerliyorsunuz. Emek veriyorsunuz, yoruluyorsunuz. İyi niyetinizden kuşku duymuyorum, zaten duyulmuyor da, ancak çoğu zaman en tehlikeli sonuçlara götüren yöntemin “iyiniyet”ten kaynaklandığı hususunda vakıa ile tespitli olguların olduğu ve bunların üzerinde inşa edilen çok veciz sözlerin konuşulageldiğini hatırlatarak geçiyorum.

Kısa bir şekilde görüşlerimi, dileklerimi ve çalışmalarınızın benim anlam duvarımda bıraktığı tortuya dayanarak değiniler halinde açıklamalar yapmak istiyorum.

Öncelikle barış sürecinin veya silahtan koparılmış bir siyasi mücadelenin ortamlarını oluşturma gayretlerinin bütün sivil güçler, siyasi hareketler, legal-illegal örgütlerce  omuz verileceğini düşünüyorum. Oluşturulmak istenen bu atmosferin DEVLET-PKK düellosunda ezilmiş, sesleri boğulmuş, kendini ifadeden aciz bırakılmış kesimlere fazlasıyla bir rahatlama getireceğinden kuşku duyulmasın.

Gerçek bir demokratik zeminin nüvelerini toprağa düşürecek olan bu çalışmalarınızın takdiri tarihe de geçecektir. Ancak “barış” kavramına yapılan vurgunun mübalağa düzeyinde yapılması, hatta  fetişleştirilerek vermesi konusu bu sürece demokratik itirazlarını dile getirmek isteyenlerin “barışı istemiyorlar” dışlanmasını bile beraberinde getirme gibi bir komplikasyon oluşturacağı tehlikesini görüyorum. Ancak bilinmelidir ki barışın tabiatında kendisine özgü yasaları vardır bunlara işlerlik, işlevsellik kazandırılmazsa realize olma ihtimali düşük düzeyde kalır, toplumsal destek bulmada aciz ve zayıf, nesnel koşullarla örtüşmede ise ütopik olur. Bu nedenle bu sürece silahsızlık olarak değinmemiz, adlandırmamız daha yerinde olur, çünkü gerçek manada bir barış ikliminden uzak olduğumuzu görüyorum.

Nedenleri vardır kuşkularımın. Kürt haklarından söz edildiğinde uluslararası anlaşmalardan, evrensel hukuk normlarından, UKKTH getirdiği edimlerden değil Türk Halkı’nın hassasiyetlerine göre çerçevelendirileceği siyasası reel değil, objektif olmaktan uzaktır, dahası Kürtleri tatmin etmez.

Burada rahmet ve saygıyla yad edeceğim  Şerafeddin Elçi’nin bir anekdotu bu konuda yeterince yolumuzu aydınlatacaktır. Ölümünden 2 yıl önce Hacc farizasını eda etmek için Arabistan’da olan Elçi ağabey Türk Hacılarının içine düştükleri traji komik bir olayı nakletmişti. Bildiğiniz gibi hacılar kendi ülkelerinin devlet adı ve  bayrak formalarıyla dizayn edilen elbiselerle gidiyorlar (isteğe bağlı) bazı hacıların sırtında veya göğüs kısmında Kurdistan ve Kürt bayrağı remzlerini gören Türk Haccılar Arabistan Devlet kurumlarına “burada ülkenin birlik ve beraberliğini bozan hacılar var” şikayetiyle harekete geçiyorlar. Şimdi ulus, millet olma olgusuna dayalı haklar bu hassasiyetlere göre formatlanmak isteniyor. Adaletten vazgeçtik, merhamet diyoruz yahu…

Ne mi istiyoruz? Sözü dolandırmadan bir başka anekdota geçiyorum. Bu sefer Naci Kutlay, askerdir askerde bu tartışmalar gündemden düşmüyor yok dilimiz, müziğimiz radyomuz derken rütbeli bir subay isteklerinin bu kadar masum olmayacağını söylüyor, arkasından gelen tehlikeli taleplerinin haddi, hududu olmayacağını söyler ve derki; “bir tren yolculuğumda kompartımanda ben, genç bir delikanlı ve baba-kız bulunuyoruz. Biraz yol aldıktan sonra genç delikanlı, babaya saati soruyor, babadan çıt yok, iki-üç tekrar edince baba: Bak diyor ben sana mahsus cevap vermiyorum senin niyetin zamanı öğrenmek değil bu diyalogdan dostluklar geliştirip benim üzerimde kızıma ulaşmaktır ve artık sorup durma” olayı fehvasınca Kürtlerin taleplerinin iki tane şarkı 1 saat radyo yayını değil ötesinin olduğunu söylüyor. Şimdi kendi payıma saati falan sormadan direk kıza ulaşmaya çalıyorum, evet bu kürre-i arz’da kimin neyi varsa benim de olmalıdır, birilerinin hassasiyeti benim temel hak ve hürriyetlerimin kısıtlanmasının fetvası olamaz.

Birey olarak siz heyette yer alan Türk orijinli üyelerin niyetlerinde zerre kadar bir ihtişaş yok hatta bunu söylerken bile bir hicabı yaşıyorum. Ama maa’l-esef asırlık Kürt-Türk ilişkilerinde güven öylesine bir zedelenmiş ki, öylesine travma almış ki rehabilitasyonu ancak Kürtlerin ulus olmadan kaynaklı sıkı sıkıya bağlı haklarına kavuşmasıyla mümkün olabilmekte. Kürt halkının kolektif dağarcığında oluşan “bextê Romê tine” veya “Rom-buradan kasıt Türk- xaîne me’dixapîne” darb-ımeselleri mutlak anlamda olgudan beslenip bugüne kadar gelmiştir.

Geçmişte “birlik-beraberlik”, “memleketin bekası”, “din kardeşliği” ile de entegrasyona denk gelebilecek formüllerle bugüne kadar getirilen bu kötürüm kardeşlik süreci, içi boşalınca şimdi kimsenin itiraz edemeyeceği “barış” sözcüğünün- bir de çekilen bu kadar acıdan müştak feryatlar üzerine gelince de- daynılmaz sihri kullanılıyor. Kuşkuluyum, kuşkuluyuz.

Zamana çok mu aykırı duruyorum, düşünmem lazım. Milli hareketlerin dünyayı alt-üst ettiği bir zamanda biz ümmet ve din hassasiyetlerini öne çıkardık, yanıldık, yanıltıldık. Şimdi ise ulus-devletlerin tarihte kaldığı söylenerek yine de bu taleplerimizin dumura uğratıldığını görüyoruz.

Bir sosyoloji dersi ile devam edip kısa kesmek istiyorum. Uluslar, ulusal varlık ve değerlerini doya doya yaşamadan normal mecralarına kavuşmaları ve yürümeleri zor görünüyor. Sanırım yerellik-evrensellik kuramı da bu gerçeğin başka bir şekilde ifadesidir. Kendisini özgür zeminlerde yaşayamayan ulusların sömürgeci-emperyal yönetimlerle pek barışçıl bir düzlemde sağlıklı ilşkiler kuramadığı ayniyle tespittir. 1917’de Bolşeviklerin iktidarıyla devrilen Çarlık Rusyası adını Sovyetler olarak tahvilden tutun yaşamı ilgilendiren en küçük alana kadar ulusal farklılıkları Sovyet ulusu olarak harmanlamak isteyen bir yeni öğreti olan sosyalist-komünist terbiyeden geçirerek buradan bir dünya ulusuna gidecek yolu döşemek istediler.

Sonuç, perestroika ve glasnosttan sonra ilk ayaklanmalar bütün ulusların devlet şeklinde örgütlenmeleriyle neticelendi, en son Osetler, ki nüfusu bugünkü Bitlis kadar bile olmazken, bağımsızlık ilan ettiler, sebep kendilerini oluşturan değerlerden uzaklaştırılıp yeni bir kültür havzası oluşturulmak istemeleriydi, 70 yıllık sosyalizm deneyimi ulusal politikasıyla ciddi bir patinaj yaşadı ve çökmenin en büyük etkeni oldu. Buna karşı birer Wiking ulusu olan İsveç ve Norveçliler 1913 (olsa gerek)’te bir referandumla ayrı devletler olarak örgütlendiler çok yakın kültürde ve ortak bir tarihi geçmişi olmalarına rağmen halkın büyük çoğunluğu böyle öngördü; şimdilerde ise ortak devlet kurmanın talepleri yükseliyor çünkü kendisini yaşadı, doyuma ulaştı.

Özet olarak acıyla hemhal olmuş bu halkın barışa teşne durumlarından istifade ile gerçek ulusal taleplerinin gözardı edilmeyeceği, bu fetret dönemi geride bırakacak adil, demokratik, meşru bir ortamın sağlanabilmesi umuduyla hepinize ayrı ayrı saygılarımı sunuyorum. Talepler böyle bir ortamda konuşulursa ancak sıhhat şartı yerine gelebilir.

Selam ile, selamette kalınız

Baha

Share