Bir öğretmenin ilginç serüveni

Share

Boğuluş ve Kurtuluş

Hulusi Başar Çelebi
Mayıs 2008
www.19.org

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,

Müslüman’ın problemleri nedir? Müslüman’ın problemleri, insanın problemleri ile ne kadar ilgilidir? Bunların cevabını verdiği ölçüde Müslüman, kendini tanır, kimliğine kavuşur.

Bu cümledeki “insan” ve “Müslüman” kelimeleri yer değiştirdiğinde, demokratik bir açılım doğar. Bu açılımın hacmi, müslümanın Allah’a verdiği değer nispetinde (bugün maalesef) diğer insanlar tarafından belirlenir.

Çağdaş “Müslüman”, bu soruların cevabını aramak için mesai harcamıyorsa hakikatte teslim olmuş kişi değildir. Nitekim Kuran bu soruların cevaplarını vermektedir. Kuran okumayan kişiler, yanlış cevaplar almaya mahkûmdur. Kuran’ı bilinçsizce ya da anlamadığı dilde okuyan kişi bu soruların cevabını bulamaz. Bu problemlerin çözümünü başkalarından öğrenen kişi için din, bir varoluş sebebi olmaktan çıkar. Yalnızca çevresiyle beraber yaşamasının getirdiği bir zorunluluğa, dayatmaya dönüşür. İşte dini yanlış algılayan kişinin bundan sonraki hayatı, asıl soruların değil gereksiz soruların gereksiz cevaplarından müteşekkil olacak, kısacası bütün bir hayat heba olacaktır.

Neredeyse hepimizin yaşamının tamamı ya da bir parçası, sosyalleşmeye paralel bireyselleşmenin yolunu aramak ile geçer. Günümüz şartlarında bireyselleşmeyi başaramayan kişinin gerçeği (hakkı) bulabilmesi çok zordur. Benim hayatım da kimler içinde kim olduğumu aramakla geçti. Ailem, komşular, arkadaşlar, gruplar, halkım, devletim bana hep kendi bakışaçısını benimsetmeye çalıştı. Ailem, benliğim ile ilgili sorularımın cevabını çok uzakta aramamam gerektiğinde ısrarcıydı. Zaten bu soruları farklı din ve bölgelere mensup komşularıma soramazdım. Devletim ve halkım beni kontrol altında tutmak için yarım aklı geçerli kılan değerler empoze etmekteydi. Sabırla geçen bir dönemin sonunda sorularımı cevaplayabilecek bir gruba rastlamıştım ki, vereceği cevaplara karşılık kendi paradigmasını dayatmayı teklif etti. Bunu kabul eder gözükerek bir süre gizli ve açık cevaplar arama girişimim sonunda doğru dürüst cevap veremediklerini görünce puzzle’mı bozup yeniden başlamaya karar verdim. Bu sefer kendi cevaplarımı kendim bulacaktım. Ama bu bulduklarımın da yanlış olduğunu Kuran’la tanıştığımda öğrendim. Hikayemin özeti bu.

Türkiye, birçok kültürün harman olmaya korktuğu bir yer. Kuzeydoğu’da sinirli ama çalışkan, muhafazakâr ama düşünen insanlar, Doğu’da ve Güneydoğu’da fakir ama hırslı, kompleksli ama zengin bir kültürün mirasçısı insanlar, Batı’da ve Kuzeybatı’da aklını hırsıyla bütünleştirmiş, değişime daha açık ama sebepsiz yaşayan insanlar… Hepsini birleştirme projesi şöyle: Kimsenin olmayan ama herkesin olan şehir: İstanbul, yapay bir yapıştırıcı görevi almıştır. Türk kimliği de yine böyle bir görev üstlenmiştir. Buna bağlı geçmiş ve zorla birleştirerek oluşturulan ortaklık: T.C. Hepsinin üstünde (içeriği ne olursa olsun) güçlü bir harç: Din. Gücünü içeriğinden almıyor, yalnızca adı var ve bu bile şimdilik yetiyor.

Türkiye’yi tanıyanlar bilir. Devleti kuran elitçi ve Batıcı anlayışın güçlü temsilcisi ordu ve üst düzey bürokrasi, cumhuriyet devrimlerini[1] tıpkı kutsal birer emanetmiş gibi korur. Halkın hiçbir irade belirtisi göstermediği dönemlerde düzenini sağlamlaştırmıştır. Halkın iradesi sözkonusu olduğu zaman şiddetli refleks[2] göstermekten çekinmez. Halkın değerleriyle sürekli kavgalı olan bu elitçi grup, kendileştiremediklerini yalakaya, en azından sus-pus kitlelere dönüştürmeyi her refleks döneminde başarır. Bunu zekâsından çok şiddet yoluyla gerçekleştirir. Halk ise muhafazakâr bir anlayışta, birtakım değerlere (namus, din, gelenek, şiddet, yerellik, atalar, çıkar) adeta tapınır. Taşrada bu çok daha net gözlenebilir. Büyükşehirlerde (İstanbul-Ankara-İzmir) 1980 öncesi farklı bir halk kitlesi varken, taşradan yoğun göçler sonunda bu fark oradan kalkmıştır. Halkın tapındığı değerleri arasına 1980’den sonra yeni bir değer daha katılmıştır: Kapitalizm

Şimdi diyeceksiniz ki, müslümanın problemi bunun neresinde? Türkiye’de Müslüman tam da bunun ortasında. İlk problem ise müslümanın kendisinde. Önce nasıl bir dönemde, nelerin egemenliğinde yaşadığını bilmeli ve hangi değer için yaşayacağına karar vermeli. Bu kararı ertelemek, kişiyi bedevi[3] durumuna düşürür. Maalesef İslam toplumunun çoğu bu durumdadır.

Ben de bu halkın bir ferdi olarak İstanbul’da gözümü açtım(1977). En başından beri evde, sokakta, basında, okulda bana dayatılan kimlik kalıplarını seve seve kabul ettim. Uzun süre bu kalıplar için kendimden nasıl fedakârlık yapabileceğimin yolarını aradım. Türktüm, hem de Tanrı Dağı kadar Türktüm.  Türk olmak, herkesten üstün olmak demekti. Ne mutlu Türküm diyebilmekti. Bu ülkeyi gavurlar değil biz yıkmış ama kudretimizle yine biz yapmıştık. Tüm dünya kuvvetimizden bizi tanırdı. “Ya sev ya terk et” idi. Müslümandım,  hem de Hira Dağı kadar müslümandım. Son ilahi din idi. En şahanesinden mucizeler göstermiş, Allah’ın Sevgilisi, gelecek dâhil her şeyi bilen, hatasız, gelmiş geçmiş tüm insanlardan üstün, Kainatın Efendisi, şefaatçimiz Muhammed (sav) Peygamber’in izinde, imamlar, mutasavvıflar, hocalar, alimler, vb.in bize öğrettiği din idi. Cumhuriyetçiydim, Atatürkçüydüm, bu ikisi olmadan bu ülke olamazdı, bu insanlar yaşayamazdı. Yoksa ne bu insanların dini kalırdı ne de babamızı bilebilirdik. Laiktim, çünkü ne kadar Müslüman olsam da din işlerini devlet işlerine bulaştıramazdım. Din benimle Allah arasındaydı. Olmasa bile öyle kalmalıydı. T.C. vatandaşıydım, bu kadar güzel kimlikleri bana sunan, yediren, içiren, okutan, koruyan devletime tüm hayatımı borçluydum. Bütün kimliklerimi çok sevmeliydim. Seviyordum da. Gerekirse canımı bile vermeliydim… Derken bu kalıpların birbiriyle uyumsuz olduğunu fark ettim. Ama “olsun çoğunluk da bunu fark etmiş ve bununla yaşamayı öğrenmiş” dedim. Bu sırada yaş (resmiyette) kemale erdi. Üniversite sınavına hazırlanırken seçtiğim dershane sayesinde bazı kimlikler diğerlerine baskın çıkmaya başladı.

Ve ülkemde yasak olmasına rağmen her nasıl oluyorsa dört bir yanda örgütlenmiş tarikat ve cemaatlerden birinin ağına ben de düşmüştüm. İlk başta, bu tanışmanın ilahi bir tevafuk olduğu benimsetildi bana. Artık kafamda imana dair hiçbir problem kalmayacak, hepsinin cevabını Said ve Fethullah[4] verecekti. Mutmain olduktan sonra da dinime ve ülkeme hizmet etmeye başlayacak, hayatımın sonuna kadar “irfan ordusu”nun[5] bir neferi olacaktım (1994).

Doğduğu günden beri İstanbul dışına çıkmamış olan ben, tek başına ayakta duracak tecrübesi ve özgüveni olmayan ben, edindiği kent kültürü nedeniyle muhafazakâr değerlere uzak olan ben, hayatımın en önemli kararını sanki kendim vermiş gibi tatlı bir tuzağın içine düşüvermiştim[6] . Benim için yeni bir hayat başlıyordu. En kısa sürede uyum sağlayıp, emin adımlarla bu yolda yürümeliydim.

Önceleri toyluktan ötürü bana hangi bilgi sunulursa alıp benimsiyor, uygulamaya çalışıyordum. İslam’ın 5 şartından kelime-i şehadet, namaz ve oruç ile başladım. Fethullah Hoca’nın kitaplarını okuyor, bir türlü anlamadığım Sadi Nursi’nin risalelerini zorlamayla okuyor[7], sağlam bir imana sahip olmanın sırrını böyle arıyordum. “Allah bizi yarattı, peki Allah’ı kim yarattı?”, “Allah, kendisi gibi bir Tanrı daha yaratabiliri mi?”, “Madem hepimizin O’na inanmasını istiyor, o halde dilesin de hepimiz inanalım”, “Allah (cc), Beni Neden Bana Sormadan, İrademe Danışmadan Yaratıp, Kaderin Mahkûmu Yapmış?”, “Allah Kelimesi İle Tanrı Kelimesi Arasında Nasıl Bir Fark Vardır?”, “Bazı Kimseler “Biz Niçin Allah’ı Görmüyoruz?” Diyorlar. Buna Nasıl Karşılık Verilmelidir?[8], vb. sorulara ilmince cevap veren bu zatların, ilmine hayran olmalıydım. Çünkü onlar, Allah ve Peygamber ile rüya âleminde ve başka boyutlarda konuşan, eşyaları bile mucizevi güçler taşıyan, müceddid, müçtehid, halife sıfatına haiz, müslümanın imanını kurtarmak üzere gönderilmiş insanüstü canlılardı! Acaba gerçekten ben ve tüm müridleriniz (şakirtler) ikisine bu üstün vasıflarınızdan ötürü mü hayrandık? Allah’ı lokomotifle, putlaştırdığı insanlarla eş tutan, Arapça, Farsça, Türkçe karışımı uyduruk ve şaşaalı bir dille önümüzü aydınlatan(!) F.Gülen ile sözde hocası S.Nursi! Kendi dinsel ve dünyevi ihtirasları uğruna kandırıp peşine taktığınız kitleden beslenen, palazlandıkça palazlanan koskoca bir örgüte sahip olmanızdan ötürü mü hayrandık yoksa?

Şiddet yoktu ama manevi baskı vardı. Çünkü hayatının en hızlı zamanında, sosyalleşme sürecindeki insanı sınırlamak, gezmesini, düşünmesini, sevinmesini, gülmesini engellemekle psikolojisini nasıl da bozduklarını bilmiyorlardı. Benzer süreçten geçmiş insanlar aracılığıyla cemaati yönetiyorlardı. O insanların da büyük sıkıntı yaşadıkları her hallerinden belliydi. Ancak kendisini bu çemberin dışında ifade edemeyeceğini sanıyor ve en önemlisi çemberin dışına çıkmanın “dinden çıkma” ile bir tutulduğuna inandırıldığı için bunu düşünmekten bile kaçıyorlardı. Manevi açmazların yanında cemaatin ülkedeki etkin gücünden korkuyorlardı[9].

İtikadi ve içtihadi birçok konuda kendilerini yetkin görmelerine karşılık, basitten biraz karmaşığa geçildiği anda paça altından don görünmeye başlıyordu. Birçoğu üniversite mezunu olduğundan bilgili, görgülü insanlar olmalarını beklerdiniz ama boşuna. Hiçbiri kendini ilmen geliştirmeyi düşünmemiş, çarkın içinde dönüvermeyi tercih etmişti. Oysa ki zavallı ben, henüz bu cehaletin farkına varmadığımdan, “hizmet” etmeye çalışıyor, bir yandan da “bari bunu bilsinler” deyip aklımdakinden daha kolay sorular soruyordum. “Niye Kuran’ı kendi dilimizde okumuyoruz?”, “Muhammed’in peygamber olduğuna nasıl inanacağım, vahiy nasıl açıklanabilir?”, “Atalarımız geçmişte hiç mi hata yapmadılar, hepsi hatasız mıydı?” gibi sorulardı bunlar. Yok, tatmin edici bir cevap veremiyorlar, yetkin bir kaynak da gösteremiyorlardı. Varsa yoksa Fethullah ile Said’in kitapları. Anlaşılmaz, sıkıcı, hedefi belirsiz[10], taşra muhafazakârlığının kudsiyeti üstüne kurulu, medeniyetle[11] kavgalı bir yolculuğa mahkûm olmuştum. Manevi yaralarım gittikçe büyüyor, çember daralıyordu. Sınırlandırılmak ve manevi tatmine ulaşamamak beni depresyona soktu. Bu arada hep bir şeyi ihmal ediyordum. Ondan bundan medet umacağıma Allah’a niye yalvarmıyordum? Öğrendiğime göre Allah, her şeyi bir sebep vasıtasıyla yarattıklarına ulaştırıyordu. Aramızdaki sebep ve aracılar da belliydi. Direk temas mümkün değildi. Aracıların duası elbette kabul olurdu ama benim duam, hayır.

Hamdolsun Allah’a ki, cemaat ile yolumu ayırdı. O gün hakikaten boşluğa düşmüştüm. Onların maddi gücündenve manevi ikliminden faydalanmak kolayıma gelmişti sanırım. Onlar kadar örgütlü ve nispeten daha serbest başka bir dinsel oluşum yoktu. Sanki devlet içinde devletti. Devletin imkânları ise sınırlı ve böyle samimi organizasyondan mahrum idi. O halde ailesinden uzaktaki bu genç kişi kendi başının çaresine bakmalıydı. Ne imanımı yakan dinsel söylem, ne devletin bize dayattığı resmi söylemler. Serbesttim şimdi, hayattaki her nimetten tatmamın önünde engel kalmamıştı.

Bu ara dönemde kötü alışkanlıklar kazandım, sigara, alkol, bencillik, tembellik, vb. Allah ile aramdaki engelleri (peygamberler dâhil) kaldırmıştım[12]. Bu konuları fazla kişiyle konuşmuyordum, en yakınlarımla bile paylaşmıyordum, yalnızca biraz nefes almak daha sonra okyanusun en derinine kadar dalmak niyetindeydim. Daha fazla kaynak, daha fazla kanıt, daha fazla düşünmek, daha fazla tatmin olmak. Hepsine sıra gelecekti, acele etmenin bana faydası olmayacaktı. Laiklik ve seküler anlayış ilkem oldu. İnancım da asla buna aykırı olmayacaktı. Yavaştan tasavvuf ve liberal İslam üzerine fikirlerle girdim işe. Yüksek eğitimi tamamladığımda hasbelkader bir birikim sahibi olduğumu düşünüyor, dini konularda daha rahat davranabiliyordum.

Birkaç yıl böyle geçti. Mevlana, Yunus Emre, Ahmet Yesevi, İbn Arabi, Hallac gibi tasavvuf ehlinin, kişiye değer atfeden, şiddetten ve insanlara baskı yapmaktan uzak söylemleri paralelinde deist bir inanca ulaştım. Bana göre, peygambere, kitaba, hocaya, şeyhe, vb. gerek yoktu. Herkes aklıyla Allah’ın varlığı bilincine ulaşabilir, ekstra kılavuza gerek kalmadan benliğinde taşıdığı O’nun mesajlarını anlayabilirdi. Çözüm çok basitti: İnsan öldürmek, hırsızlık yapmak, yalan söylemek, vb. yanlış mıydı? Evet. Peki, bunun cevabını kim veriyordu: Akıl! Akıl öyle bir şeydi ki, kişi aklı olduğu sürece doğru ve yanlışın kesin ayrımını kavrar, onu kullanarak varoluşa ve geleceğe dair daha net bilgiler elde edebilirdi. Akıl, müthiş bir mucize ve vahiydi. Yapmanız gereken tekşey aklın doğru dediğine uymak, yanlış dediğine uymamaktı. Dinler ve tüm paradigmalar aklın ürünüydü. İlahi bir yönleri olmasa da onlardan doğru yolda faydalanılabilirdi. Dini kaynaklar, İbrahim’in de deist olduğunu söyler gibiydi. Allah’ı aklıyla bulmuş, mevcut inancın saçmalığını fark ederek terk etmiş, doğru yolundan hiç sapmamış, sembol bir insandı. Açtığı yol, tevhid yoluydu. İbrahimi dinler de o yolun yolcularının birer organizasyonu gibiydi.

Din denilen şey öyle bir şeydi ki onunla da olmuyordu onsuz da. Evrenseli düşünmeliydim, dinlerin insan hayatına, estetiğe, davranışına ve hatta fizyolojisine etkisi üzerine ortak paydalar ararken; dinin gereksizliğine en azından kendimi inandıracak şeyler bulmalıydım. Bulmuştum da: Din, insanı bilinenin aksine hoşgörü yerine ötekine karşı kışkırtıcı, değişimin sürekli karşısında, gelenekten güç alarak yaşam biçimine dönüşmüş, emirleri ve pratikleri arasında paradoksları olan, bu paradokslarını saklamaya çalışan, vb. yanlışlıklar bütünüydü. .

Ben bu düşüncelerle haşır-neşir olurken internet ve basında dinsel temayüller, insan ürünü mezheplerin ve emekçilerinin kutsanması istikametinde seyrediyordu. İslam’ın asli kaynağı bir kenara konulmuş; hadisler, Aliler, Ömerler, Ebu Hanifeler, Oniki imamlar, şeyhler, hocalar, cemaatler atıp tutuyordu. Biliyordum ki geçmişi kutsamak, ataları taklit etmek, eşya ve kişiden İlahi medet ummak, kadını hor görmek, kavmi, dindaşları, milleti dışındakileri aşağılamak ve onlara düşmanlık beslemek gibi saçmalıklar, dinin kaynaklarını referans gösterse de gelişime direnen gelenekçi tutum ve topyekûn değişmedikçe değiştirilemeyen alışkanlıklar ve sürü psikolojisinin birer ürünü ve birbirini tamamlayan parçalarıydı. İnsanı ve toplumu gözlemleyen her insanın bunu fark etmesi mümkündü. Ama aynı saçmalıklar yüzünden fark edemiyordu insanlar ya da görmezden gelip gerçekten kaçıyordu.

Tüm bu yaşananlar ve öğrenilenler beni ister istemez mezhepçi dinsel söylemlerin karşısında duran tüm siyasi ve dini fikirlere sempatiyle bakmama neden oldu. Her muhalif sesi, dünyada, ülkemde ve kendi iç dünyamda zafer muştusu telakki ediyor, bundan haz alıyordum. Bu esnada sanki daha önce aklımdan geçmiş de hiç durdurup sorgulamadığım bir şey ile tanıştım. Kafamda din karşıtı düşünceyi oluştururken dinlerin hayattaki sonuçlarından doğan yanlış bir yoldan mı gidiyordum acaba? Her dini değerlendirmek için öncelikle çıkış noktası üzerinde yoğunlaşmanın doğru bir yol olacağına bana gösteren fikir ve kişilerle karşılaşmak yöntemimi değiştirdi. Bu kişiler, İslam’ı bilindik şeklinde (kuran+sünnet) inceleyip karşı gelen ateistler ve bunlara gayet makul ve ufuk açıcı cevaplar veren muvahhidlerdi. Ben hayatım boyunca İslam ve din aleyhindeki iddialara böyle sakin, kararlı, bilgili karşılık verebilecek çapta Müslüman olduğunu sanmazken hem de. Kuran, hayatımın bir parçası haline geldi. Meydan okuyor, “beni inkar etmeyi bi dene” diye haykıran bir kitap.

Akla gelebilecek her türlü karalamayı ve iddiayı Kuran’a ve muvahhidlere soruyor, cevaplarından faydalanıyordum. Hayatımda açılan bu yeni sayfada öyle şeylerle karşılaşıyordum ki, şok üstüne şok yaşıyordum. Bunlardan en çarpıcısı, Kuran’ın, nefret ettiğimiz söylem, eylem ve üyeleriyle “mezheb dini”nin tam karşısında duruşuydu. Muvahhidlerin liberal açılımları da sanki Kuran’dan açılan bir yolun beni de içine çekerek kendine doğru dönmesini sağlar gibiydi. Artık biliyordum ki, vahiy ne kadar da açıklanamaz bir şey olarak karşımda duruyor olsa da Kuran, yobazlığın, üfürüğün, cehaletin kitabı olamazdı.

Sorumluluk! Bunun ne denli hayatı ifade eden değerli bir sözcük olduğunu kavradığım anda düşündüm ki: Bizi Yaratan, gözle görülmeyecek kadar yüce, hiçbir şeyle kıyaslanmayacak kadar bilinmezliğin kendisi, yarattığı her şeye bir sorumluluk vermişti. Kuarkı, protonu, nötrönu, atomu, hücresi ve her şeyiyle canlı-cansız yaratıklar, bizce çok gereksiz görülüp ihmal edilecek kadar dahi olsa bir/birçok görevi ifa ediyordu. İnsan dışındakiler bilinçsizce ezberden görevini yaparken bilinç sahibi insan ne yapıyordu? Doğanın dengesini bozmuş, her şeye hükmetmeye kendini güdülemiş, bilincini inkâr eder tarzda toplumun ve geleneğin akışına kendini bırakmış, görev ve sorumluluktan yoksun iki ayaklı bir sürü insan! Nereye gidiyor, neyi nereye götürmeye çalışıyordu ve kimin içindi her şey? İnsan bunun cevabını kestirip atıyordu. Sorgulamaya ya vakit bulamıyordu ya da deli veya hain damgası yemekten korktuğu için bildiklerini gizliyordu. Ve çok az kişi neyi niçin yaptığını biliyordu. Ama kimdi bunlar? Bu sorunun cevabını bulmak fazla uzun sürmedi.

En alt sınıftan en üstüne, en cahilinden en bilgilisine, en meşgulünden en rahatına kadar tüm insanlığı kapsayacak büyük bir projeye ihtiyaç vardı. Böyle bir projeyi nankör, sabırsız ve bencil yaratılmış insan değil her şeyin yaratıcısı Allah üretebilirdi. Ve üretmişti. Sebebi ve sonucu herkese açıklayan ilahi mesajı ile bunu aktarmıştı.

Benim için deniz sona ermiş karadaki yolculuk başlamıştı. Müslüman olmaya karar vermiş, Allah’ın birliğini büyük bir keyifle defalarca tesbih ederek.

Bugün, 11 Eylül’ü, 1979’u ve ülkesine göçen İslamcıları görünce islam’a antipati geliştiren Batı, Batı’nın evirip çevirdiği bir coğrafyanın tam ortasında Türkiye, Türkiye’de köyden kente göçün neticesinde kompleksli muhafazakârlarımızın iktidar zaferi, zafer sarhoşluğundan her yeri kusmuk olmuş bir şehir ve bu şehirde yaşamak zorunda olan ben. AKP iktidarında çok açık ve net görülmektedir ki, 1923-1938’in, 1960’ın ve 1997’nin rövanşını almak için mevcut sistemin dibini kazıp tamamıyla çökertmek isteyen AKP, ABD’nin ve AB’nin desteğiyle Türkiye şeriata doğru götürmektedir. Buna BOP’a bağlı ılımlı İslam cumhuriyeti modeli de deniyor ve çekinilmeden telaffuz ediliyor. “Demokrasi amaç değil araçtır” diyen ve bundan daha beterlerini binlerce kez dile getiren bir liderden demokratik olmasını beklemek, bırak beklemeyi demokrasi neferi ilan etmek, bunlara muhalefet edeni antidemokratik olmakla suçlamak gibi 20 yıl önce hayal edilemeyecek derecedeki yaşadıklarımız işin komik tarafı. Sünni şeriat, ılıman İslam, kaşarlı Müslümanlık ,vs. değil Müslüman olmak gerekse de gözler örtülmüş, kulaklar duymaz biçimde şeytanın güzel gösterdiği sakalsız düzenden sakallısına geçişi kabul edemiyorum. Hayır, benim ne sakalsızlardan ne de sakallılardan bir menfaatim yok, olmayacak da. Ama Müslümanlığı dejenerasyondan dejenerasyona sokan bu süreçte biliyorum ki muvahhidler çok büyük sıkıntı çekecek. Belki de hayırlısı bu olacak çünkü Sünni şeriatı sürecinde müslümanın cihatı devam edecek, kişiler imanlarını sınamak için daha büyük fırsat elde edecekler.

Put’un heykellisi heykelsizi olmaz, Kuran böyle diyor. Kul ile Allah’ın arasına konan her aracı kişiyi mutlak şirke götürür. Bunu atalar kültü ile bezeyince de cehalet oraya egemen olur. Şeyhlerden, mehdilerden, türbelerden, mezarlardan, çaputlardan, sarıktan, takkeden, hurmadan, zemzemden,  boynundaki cevşenden medet uman, bunlar olmadan Allah ile irtibat kuramayacağına inanan, ırkını-kültürünü ötekiden üstün gören, paylaşmayıp sermaye biriktiren, dünyevi nimetler için ölçüyü şaşan, yalan söyleyen, liyakati olmayan insanlara mülkiyeyi, ihaleyi, nimetleri peşkeş çeken, Allah’ın yüzlerce emri dururken kıçla başla uğraşan, kadını toplumdan soyutlayan, Kuran’ı değil hocanın imamın sahtekârların sözlerini rehber edinen, İsa Allah’ın oğluysa Muhammed de onun sevgilisidir diye saçmalayan kişiye Müslüman demek, Müslümanlığa hakaret değil de nedir?

Müslüman, maalesef dünyaya bir çeki-düzen verme konumunda olmadığı gibi kendine çeki-düzen vermede de sıkıntı içindedir. Kendini ahlaken düzeltmeden, entelektüel potansiyeline erişmeden, kendine bir yaşam alanı oluşturamadan rahat uyuması mümkün değildir.

Şimdi bu bilinçle hem birkaç şeyi hatırlatmak babında, hem de İslam’ı beş-on şarta bağlayanlara nazire olarak;

  • Müslüman, kapitalist ahlak ile Kuran ahlakı arasında bir seçim yapmalıdır.
  • Müslüman, birliklerin, devletlerin, toplumların kendisine dayattığı her kimliği reddederek Müslümanlıkta ısrar etmelidir.
  • İbadet, bilinçli ve titizce yapılmalıdır.
  • Müslüman, ayrıştırıcı ve bölünmeci değil birleştirici ve barıştırıcı olmalıdır.
  • Müslüman, düşmanı iyi saptamalı ve ona karşı daima hazırlıklı olmalıdır.
  • Müslüman, tevhidin dışındaki tüm inançları kendi adına reddetmelidir.
  • Müslüman, müslümana her yerde her şekilde destek olmalıdır.
  • Müslüman, kendi inancını tüm dünyada güvenle yaşayabilmek için elini güçlendirmelidir.
  • Müslüman, inancıyla gelenekleri birbirine karıştırmamalı, siyaseti de inancından uzak tutmalıdır.
  • Müslüman, kendisinde ve başkasında soru işareti bırakmayacak kadar örnek olmalıdır.
  • Müslüman, Kuran’ın rehberliğinde Allah’ın tüm ayetlerini hesaba katarak yaşamını düzenlemelidir.
  • Müslüman, bukalemun, maymun, parazit, köpek, zebra, tavşan değildir.
  • Müslüman, müslümana selam ve salat etmelidir.

Artık önümde yepyeni bir hayat var. Yanlışlardan arınarak yaratılış formuma geri dönmek için bir fırsat. Kitabın sayfaları açıldıkça hayat daha fazla anlam kazanıyor, erdemin niteliği zamanla beni sarıyor. Ve orada problemin sırrı açıklanıyor: “İnsanın problemi kendisidir, Müslüman bu problemi problem olmaktan çıkarabilen insandır.”

***

Hulusi Başar Çelebi 1977’de İstanbul’da doğdu. Ege üniversitesi Tarih bölümü mezunu. Evli. Öğretmen olarak çalışıyor. Din maceraperesti, resmi düzen mağduru.

 

 



[1] Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde 1923’te Cumhuriyet’in ilanı sonrasında Osmanlı Devleti’nin kanuni varlığını sona erdirmek, Batılılaşmaya hız vermek adına yapılan kanuni değişiklikler.

[2] 1960, 1971, 1980 ve 1997’de sivil siyaseti sekteye uğratan askeri darbeler yaşanmıştır, 1997 öncesindekilerde birçok kişi idam edilmişti. 2007’de bir başka girişim başarısızlıkla sonuçlandı (27 Nisan Muhtırası).

[3] Hucurat Suresi 14.ayet

[4] Fethullah Gülen. Üniversite sınavlarına hazırlanan lise öğrencilerini, lise sınavlarına hazırlanan ilköğretim öğrencilerini her ilde açılmış özel dershanelerindeki dine referans veren ancak tüm alanlardaki yaptırım gücünü göstererek cemaatine katan örgütün başı. Ayrıntılı bilgi için: Gulen, Fethullah: M. Fethullah Gulen: Essays, Perspectives, Opinions – The Light İnc (2002)

[5] Fethullahçıların örgütlerine verdikleri isimlerden biri.

[6] Yıllar sonra dışarıdan baktığımda, dini kullanan ekonomik gücü yüksek grupların, Türkiye’de müthiş örgütlenip, devlet içinde bile kadrolaştığını, Atatürk’ten ve Batı’dan intikam almak adına taşralı ve kente göçmüş, yüksek eğitim çağındaki Sünni çocukları, devletin artık bilerek bıraktığı otorite boşluğundan faydalanıp güdümü altına aldığını görüyorum.

[7] Said Nursi’nin risaleleri Türkiye’de henüz günümüz Türkçesi’ne çevrilememiştir. Taraftarları, çevirmenin risalelerdeki anlamı değiştireceğini söylese de Nurcular’ın günümüz Türkçesi’ne bir tepkisidir bu.

[8] Bu ve benzeri sorular ve cevapları için: Gülen. M. Fethullah. Asrın Getirdiği Tereddütler (4 Cilt), Nil Yayınları, 2007

[9] Bu söylediklerim cemaatin içinde aktif görev yapanlar içindir. Yoksa bir dönem cemaat ile müşteri ya da misafir olarak ilişkiye geçmiş kişiler bunun dışındadır.

[10] Birkaç hedefleri vardı tabi: cemaati genişletmek, taklidi imana erişmek, büyüdükçe daha fazla söz sahibi olmak, vb

[11] O zaman bu zamana kadar, kentsel değerlerin aşağılanıp geleneksel kültür öğelerinin övülmesini hiç tercih etmedim. Kapitalizm ve getirileriyle aram hiçbir zaman iyi olmadı.

[12] Bugünkü inancıma uymayan bir düşünceydi. Farkında olmadan egomu ve şeytanı aracı kılmıştım.

Share