Ezberci öğrenim sistemi

Share

Acı Bir Hatıra Ve Ezber Sisteminin İçinden Çıkan Yıldızlara Örnek Bir Öğrencim

Dr. Ali Galip BALTAOĞLU

Ali Galip Baltaoğlu

İlgili haber için:
http://www.usak.tv/haber/hit-haberler/3463/bizim-rektoru-de-agir-cezada-yargilanmaktan-siz-mi-kurtardiniz.aspx
http://www.kamudanhaber.com/kamupersoneli/akademik-personel/universitede-skandal-h22731.html

 

Ezber sistemi öyle bir sistemdir ki, nesilleri ortadan kaldırıcı, toplumları ve kültürleri yok edici özelliği nedeniyle, aslında Türkiye’nin eğitimdeki en önemli sorunudur. İlkokuldan itibaren, üzerinde düşünülmesi istenmemiş, doğru olduğu farz edilen bir takım bilgilerin istilasına uğramış bir nesle, aksini anlatmak veya ihtimallerin çeşitliliğini göstermek gerçekten çok zor. Tek tip bilgiye maruz bırakılan, bir anlamda ideolojik eğitimden geçirilmiş bir toplumla, nereye ve ne kadar gidebilirsiniz? Dimağları afete uğramış ve zihinleri körelmiş insanlara ne anlatabilirsiniz?

Öğrencilerimiz ezberlemeye alışmış ve bunun dışına çıkan hocalar olduğu zaman değerlendirme sistemi itibariyle kendilerini güvende hissetmiyorlar. Farklı fikirlerle karşı karşıya kaldıklarında ise afallıyorlar. İdeolojik anlamda zihinleri ölçüsüzce iğfal edilmiş ve hasara uğratılmış olan bir kısım öğrenciler de, farklı fikirleri aykırı olarak algılıyor ve nitelendiriyorlar. Zihinlerinde inşa edilmiş, ideolojik putları sorgulama eylemi, kutsallarını yerle bir ettiğinde, yeni bir yapılanmanın büyük bir efor ve emek gerektirdiğini görüyorlar. Ezberci eğitim sistemi içinde yeni bir yapılanmanın imkânsızlığına hükmederek ve sistemin yılgınlığının da bir neticesi olarak kurtuluşlarını inanılmaz bir düşünce tembelliği içine girmekte buluyorlar. Artık onlara, zihin konforlarını bozmamak bir çare gibi görünüyor. Çünkü hedefe ulaşılmış üniversiteye kapak atılmıştır. Çok yorgun ve bezgindirler. Dünyanın en zor işini yapmış, hayatta hiçbir işlerine yaramayacak sayısız bilgiyi ezberlemişlerdir!

Tabii burada zihin konforunun bozulmasının çok rahatsız edici olduğu gerçeğini burada hatırlamak gerekir. Fikir çilesinin ne olduğunu ve zihin konforunu bozulmasını en iyi tasvir eden edebiyatçılarımızdan biri Necip Fazıldır.. “Zehirli kıymık’ın beyne batması”, “kafanın içinin cenk meydanı olması”, “anlamanın değil anlar gibi olmanın” yaşanması, zihin konforunun bozulmasıyla yakından alakalıdır. Bakın, şair uluhiyet alemine atıflarla farklı şiirlerinde fikir çilesini nasıl tasvir etmiş.

Büyücü, büyücü ne bana hıncın?
Bu kükürtlü duman, nedir inimde?
Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,
Bir zehirli kıymık gibi, beynimde….
Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateş de, cımbız da yokmuş

Fikir çilesinden büyük işkence. (Çile adlı şiirinden)

Kafam bir cenk meydanı, kokusu kan ve barut;
Elindeyse düşünme, gücün yeterse unut (Halim adlı şiirinden)

Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;
Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var… (Anlamak adlı şiirinden)

Son üç asırdır her alanda hücrelerimize kadar hissettiğimiz az gelişmişliğimizin problematiği üzerinde şairler kafa yorarken bazı akademisyenlerimizin ideolojik bağnazlıkları nedeniyle düşünce eylemini üniversiteye sokmamaları inanılır gibi değildir. Öyle ya, bir asır önce Tevfik Fikret;

Kalbinde her dakika şu ulvi tahassürün
minkar-ı âteşinini duy, dâima düşün:
Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım?
Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım?..

derken Mehmet Akif de

Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır!

diye sesleniyordu!

Şairlerin bu edebi dizelerini özellikle akademisyen olduğu iddiasında olanların düşünmeleri gerekmektedir. Ülkemizde yaşananlar aslında öğrencilerin meselesi değildir. Ezber sistemi içinde yetişmiş, ilim ve fikir kabızı akademisyenler, asli sorun olup yakıcı bir ülke gerçeğidir. Sizlerle paylaşacağım acı hatıramın sebebi de bu gerçekten kaynaklanmaktadır.

1997 yılında Fakültemizin Tarih Öğretmenliği Bölümünde İslam Tarihi derslerine giriyordum. Daha sonra gelişen bir takım olaylar sonucu bu ders benden alındı ve o günlerde doktora yapmakta olan (Ortaçağ alanında doktora yapıyordu) bir İnkılap Tarihi okutmanına verildi. Ben de akademik teamüllere uygun olmayan olayı sorgulamış ve dersin niçin benden alınıp bir okutmana verildiğini kendilerine bir dilekçe yazarak sormuştum. O günlerde, bölüm başkanımız olan profesör bana laf olsun torba dolsun kabilinden bir cevap verirken, amiyane tabirle bel altından vurmuş ve Dekanlığa gerçek düşüncelerini rapor eden gizli bir yazı sunmuştu. Bu yazıdan bir şekilde tesadüfen haberdar olmuş, o günkü dekana giderek bu yazıyla ilgili hakkımda soruşturma açmasını ve gereğini yapmasını istemiştim

Sayın Bölüm Başkanı profesör, fikirlerimi ihbar ettiği resmi yazısında, İslam Tarihi derslerinde aykırı fikirlerimle öğrencileri böldüğümden bahsetmekteydi. Bu nedenle derste sorun vardı ve Bölüm Başkanı olarak görevini yapmış, dersi aykırı fikirleri olan öğretim üyesinden alıp, henüz öğretim üyesi payesini taşımayan bir okutmana vermişti!

Evet; İslam Tarihi dersi benden alınmıştı! Neden? Gözbebeğimden sakındığım öğrencilerimi, verdiğim dersle böldüğüm için! İsnat çok ağırdı. Talebim üzerine Dekanlık, Bölüm Başkanına resmi bir yazı gönderdi. Kısaca kendisine dedi ki; “gerekli işlemleri yapmak üzere fakültemiz öğretim üyesi Ali Galip Baltaoğlu’nun öğrenciyi derste böldüğüne dair isnadınızın delillerini dekanlığımıza gönderin” Gizli kapaklı rapor yazanlar açısından ortalık karışmıştı. Muhtemelen yazıyı yazan bölüm başkanı, dekanın kendini zor duruma düşürmek için böyle bir yazıyı yazdığını düşünüyordu. Çünkü bugüne kadar işleri böyle yürütmüş, insanlar aleyhine kişilik haklarına saldırı niteliğinde raporlar yazmıştı. Gıyapta ve kişiden gizli olarak gerçekleştirdiği bu eylemlerden dolayı da o güne kadar kimse kendisine ne yapıyorsun dememişti! Yaptığı şey her neyse işinin bir parçasıydı! Belki de asıl işi buydu ve geldiği yere, böyle emek mahsulü rapor ve yazılarıyla gelmişti, bilemiyorum. O yaptığı eylemde bilim adamlığına ters bir şey görmüyordu. Şimdi dekanın yazdığı bu resmi yazı da ne oluyordu? Niye bu iş açığa çıkartılıyordu?

Evet; şu anda üst düzey yönetici olan bu profesör, resmi yazıya cevap niteliğindeki ikinci yazısında, yaptığı ihbarın hakkımda soruşturma açılması için yapılmadığını söyleyerek; “derste tarihi olayların dışında islami konularda yürüttüğü kişisel fikir ve yorumların sınıfta bölünmelere yol açtığı şikayetlerinin bölüm başkanlığına geldiğini” ve “aykırı fikirlerimle ilgili başka öğretim elamanlarına danışılmaya gidildiğini” ifade ettikten sonra “…..bu hadiselerde siyasi boyut yoktur. Yazıda belirtilen bölünmeden kasıt dini fikirlerdeki farklı düşüncelerdir” dedi.

Sevgili bölüm başkanım, bölünme kelimesini aslında yanlış kullandığını “Yazıda belirtilen bölünmeden kasıt dini fikirlerdeki farklı düşüncelerdir” cümlesiyle anlatmaya çalıştı! Herhalde “özrün kabahatten büyük olması” fiiline bir örnek verilmesi istense, çok yerinde bir örnek olurdu. Sayın bölüm başkanım hangi fikirlerden rahatsız olduğunu açıklama medeni cesaretini gösteremedi. Dini fikirlerdeki farklı düşüncelerden niçin rahatsız olduğunu da açıklayamadı. Bir bilim adamının, fikirlerdeki farklı düşüncelerden rahatsız olmasının ve bunu rapor haline getirmesinin bilim adamlığıyla ilgisi olmamasının yanında, hiçbir yükseköğretim mercii, ya siz ne tür bir bilim adamsınız ki, farklı düşünceler sizi rahatsız ediyor diye, sormadı. Üniversitede böyle bir raporu nasıl yazarsınız sorusuna da hiçbir zaman cevap aranmadı. Ne de olsa böyle buyurmuştu Zerdüşt!

Üniversite nedir? Öğretim üyesi kimdir? Sorularının cevabını kendi kafasında sorgulamamış, günü birlik yaşayan, şahsi menfaatlerinin güdülendirdiği akademisyenler ve akademisyenlerin barınağı bir üniversitede yaşarken, bu ülkenin yetiştirdiği en vasıflı ilim adamlarından biri olan Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar’ın üniversite ve öğretim üyeleri hakkındaki tanımlamalarını idrak, ancak gerçekte bilim yapılan yerlerde mümkün olabilir kanısındayım. Ülkemizde Özakpınar’ın tespitlerini algılayan ve hayata geçiren akademisyen sayısı maalesef çok azdır. Aşağıdaki satırları okuyan bir çok akademisyen sistemin içinde bilime ve bilimsel anlayışa nasıl yabancılaştırıldığını fark edecektir;

“….. Hakikati arama yolunda bütün işi düşünmek olan üniversite öğretim üyesi, ne hükümetin, ne mütevelli heyetinin, ne rektörün, ne de başka bir şahıs yada gurubun emrindeki bir memurdur Maaşını, yaptığı işin karşılığı olarak değil, o işi yapabilmek için alır. Üniversite öğretim üyesi, hakikati aramak için düşünmeyi seçmiş ise, onun bu gayesi ancak bağımsız düşündüğü takdirde var olabilir. Üniversite, ne gibi faaliyetler yaparsa yapsın, ancak hakikati arama yolunda bağımsız düşünme ruhunu kaybetmediği sürece üniversitedir. Bu nedenle üniversitenin temel işlevi, memleketin ekonomik kalkınmasına hizmet etmek ya da yetişmekte olan gençleri meslek sahibi yapmak değildir. İyi bir üniversite bu işlevlerin yerine getirilmesine katkıda bulunur. Fakat üniversite varlık gayesini unutur ve üniversite ruhunu kaybederse, onun bu işlevlere katkısı da kalitesiz olur..”( Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler, İst. 1998, s.11)

Yukarıda açıklanan gerçeklerden bihaber akademisyenlerin yetiştiği, farklı fikirlerin tanınmadığı ve bilinmediği, kişisel fikir ve kanaatlerin derslerde açıklanmasının suç telakki edildiği ülkemde, farklı fikri olmayan sözde bilim adamlarının saltanatı zaman içinde böyle böyle güçlendirildi. Onlar farklı fikirlerden hiç hoşlanmadılar. Farklı fikir gördüklerinde çektiler silahlarını, kullandılar yetkilerini, vatan ve millet aşkına yaptılar ihbarlarını, yazdılar raporlarını. Farklı fikri olanların derslerini ellerinden alıp, görevlerini tamamladılar! Onlar bilim adamı sıfatıyla akademisyenleri kendi memurları sanıyorlardı. Onlara sicil veriyorlardı. Farklı fikirlerin konuşulduğu ülkede iyi şeylerin olmayacağını düşünüyor olmalıydılar ki, farklı fikirleri olduğunu düşündüğü öğretim elemanının fikirlerinin, başka öğretim elemanlarına sorulmasından son derece rahatsız olmuşlardı. Halbuki üniversitede olması gereken bu değil miydi? Hayır bu değildi! Düşünen kafalara tehlikeli fikirler üşüşür.. Büyüklerimiz her şeyi bizden iyi düşünür’..” dü.

Halbuki bu acı hatırayı yaşadığımız o günlerde dini fanatizmden faydalananların provokasyonları üst üste ülkeyi karıştırıyordu. 2 Temmuz 1993 tarihinde provokatif eylemlerin sonunda Sivas’ta Madımak Otelinde 33 Alevi menşeli insanımız, otel ateşe verilerek toplam 37 kişi katledilmişti. Bu olayın hemen ardından 5 Temmuz 1993 tarihinde Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin Başbağlar Köyünde 29 Sünni köylü erkek kurşuna dizilmiş, biri kız çocuğu olmak üzere dört kadın ateşe verilen 210 ev arasında yakılarak katledilmişti. 1995 yılının 12 Martı’nda Alevi vatandaşlarımızın yaşadığı Gazi Mahallesinde üç kahvehane bir işyeri kimliği belirsiz kişilerce taranmış, akabinde gelişen olaylarda 17 kişi hayatını kaybetmişti. İstenmişti ki; ülkemin güzel insanları, Alevi olsun, Sünni olsun ve birbirini katletsin. Yüzlerce yıldır farklılıklarıyla birada yaşayan insanımız arasına kan davası girsin, iç barışımız dinamitlensin.

1997 yılının sonbaharında, ülkemdeki ve üniversitedeki ideolojik bağnazlıktan ben de payımı aldım. Ülkemin öğretmen yetiştiren bir fakültesinde İslam Tarihi dersleri elimden alınarak cezalandırıldım. Gerçekte cezalandırılan ve mahkum edilen öğrencilerim ve evrensel düşünceydi. Halbuki ben, ülkemin içinde bulunduğu sıcak gerçeklerin anlaşılmasına yardımcı olmaya, öğrencilerime dini fanatizmin kaynaklarını algılatmaya, dini fikirlerdeki farklı düşünceleri tanıtmaya ve onları düşündürmeye çalışıyordum. Amaçlar açısından gözlemlediğimde öğrenciler üzerinde başarılı olurken, akademisyenler açısından başaramadım! Çünkü, öğrencilerimden daha bağnaz düşünen, dini fikir ve kanaatlerin İslam Tarihi içinde doğup geliştiğinin farkında olmayan, bu dersin içinde elbette farklı dini fikir ve düşüncelerin konuşulacağını algılayamayan, bu fikir ve düşüncelerin İslam Tarihinin konularını oluşturacağı hususunu göremeyen, İslam Tarihi kavramını fikir ve düşüncelerle ilişkilendiremeyen, Tarih kavramını kafasında soyutlamış ezberci bilim adamları, ülkemin üniversitelerinde bölüm başkanı ve idareci idiler!

Ülkemde bilim adamı kisvesini taşıyanlara soruyorum! Yakın tarihinde Malatya, Çorum, Maraş olaylarını beraberce yaşamış, iç barışına defalarca kastedilmiş bir ülkenin çocuğu olarak, bu ülkeye bir borcumuz yok mu? Aleviliğini, Sünniliğini, Türklüğünü veya Kürtlüğünü, mezhebini veya meşrebini, insanlığının önüne koyan anlayışı besleyen, kardeşi kardeşe düşman eden kültür ne menem bir şeydir? Cehaleti, bilgisizliği, fanatizmi besleyen kültürü anlamak ve bu kültürü akademik anlamda imha edecek tedbirleri almak, bu tedbirlerin düşünsel zeminini hazırlamak bu ülke bilim adamlarının görevi değil midir?

Bilim adamları açısından asıl dramatik soru ise şudur? Farklı dini fikirlerden rahatsız olan, sorulduğunda da hangi fikirlerden rahatsız olduğunu söyleme medeni cesaretini gösteremeyen, kendine ait sandığı ve farklı olmadığını düşündüğü dini ve mezhebi fikirden de muhtemelen bihaber olan, ezberlenen üç beş kelimeyi bilim sandığı için, ülkenin yaşadığı acılarda, kardeşi kardeşe vurduran kültürde, dini algılamaların önemini fark etmeyen, farklı ve aykırı fikirlerden hiç mi hiç hazzetmeyen akademisyenlerle bu iş nasıl başarılacaktır? Bilim ciddi bir iştir ve zırva tevil götürmez!

İşte bu kültürel ortamda yaşayan ve hasbelkader bilim yapmaya çalışan, bir bilim işçisinin en büyük sevinci ve tesellisi nedir biliyor musunuz? Ezber sistemi içinde kaybolmuş kuşaklardan bile, doğru beslendiği takdirde, yüksek kalitede ürün alınabileceğinin ve A kalite bilim adamları çıkabileceğinin işaretlerini görmek.

Her yıl Sosyal Bilgiler Öğretmenliği bölümünde girdiğim derslerden birinde, öğrencimin, bilgisini, kültürünü, muhakemesini, analiz ve sentez yeteneğini ortaya koymasını sağlayacak bir sınav yaparım. Bu sınav ya özgün bir ödev olur ya da doğrudan ezber bilgilere dayanmayan, analiz, sentez ve yorumlama gücünü ölçen bir sınav olur.

2007-2008 Bahar Döneminde Sosyal Bilgiler Öğretmenliği üçüncü sınıfların Çağdaş Dünya Tarihi dersine girdim. Avrupa’nın çağdaş dünyada geldiği yeri anlamak ve algılatmak ve bu bilgilerin kendi tarihimiz ve kültürümüz açısından neleri içerdiğini, tarihi tecrübelerinin, nasıl kullanılabileceğini göstermek ve düşündürmek amacıyla vize sınavı olarak değerlendireceğim bir ödev verdim. Bütün öğrenciler aşağıda sunduğum ödev talimatnamesini, ödevlerini teslim edecekleri tarihten iki ay önce aldılar.

ÇAĞDAŞ DÜNYA TARİHİ DERSİ ÖDEVİYLE İLGİLİ İZLENECEK

METOD ve YAPILACAKLAR

  1. Avrupa Tarihi’nda Luther’in hayatı ve yaptıkları gerek ders kitabınızdaki notlardan gerek ulaşabildiğiniz diğer başka kaynaklardan dikkatle okunacak.
  2. İnternet ortamında http://www.kurandakidin.com/ adlı link etraflıca okunacak ve incelenecek. Burada belirlenen başlıklar altında geleneksel islama yöneltilen eleştiriler dikkatle gözden geçirilecek gerekirse notlar alınacak.
  3. Size fotokopi olarak ulaştırılan I. ULUSLARARASI TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR KURULTAYI ( 9-15 NİSAN 2006 ÇESME-İZMİR) BİLDİRİ KİTABI’NDA YAYINLANAN “ Hilafet’in Kaldırılması Öncesinde Afyon Mebusu Hoca Sükrü Efendinin “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” Adlı Risalesine Karsı Yayınlanan “Hükümet-i Milliye ve Hilafet-i İslamiye” Adlı Reddiye ve Reddiye’ye Dair Bazı Düsünceler” adlı bildiri dikkatle okunacak ve önemli bulunan yerler not edilecek.
  4. Son olarak size cd halinde iletilen Luther isimli sinema filmi seyredilecek. Dikkat çeken yerler ödev içeriğine göre not edilecek.

ÖDEV İÇERİĞİ VE ŞEKLİ UNSURLARI

  1. Yukarıda dört madde halinde ortaya konan faaliyetler yapıldıktan sonra Luther’in Avrupa tarihi ve kültürü içindeki yeri incelenecek ve bu konudaki değerlendirmeniz ödevinizin içeriğini oluşturacaktır.
  2. Ödev içindeki değerlendirmede Hıristiyanlık için var olan sorunların İslam dünyası için var olup olmadığı da irdelenecektir. Benzer sorunlar varsa ortaya konacaktır. Yok olduğu düşünülüyorsa benzemezliğin mahiyeti açıklanacak ve değerlendirilecektir.
  3. Hıristiyanlık ve Müslümanlık ödev içeriğinde karşılıklı olarak irdelenecek ve insanlık tarihi için ortak sonuçlar doğurup doğurmadığı belirlenecektir.
  4. Birbirine benzer ödevler disiplin açısından değil ama ahlaki açıdan kopya muamelesi göreceği için herkesin ödevini kendisinin yapması esastır. Hiç kimse ödevini diğer arkadaşına göstermeyecektir. Bunu yapanlar bu dersten sene kaybetmeyi göze alan kişiler olarak tanımlanacak ve kağıtları da bu bilinçle zayıf olarak değerlendirilecektir.
  5. Ödev şekli olarak, bir kompozisyon formunda yazılacak, yazının belli bir ahenginin, giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin olmasına dikkat edilecektir.
  6. Ödev bir sayfanın(A4) iki yüzünü kesinlikle geçmeyecektir. İdeali bir veya birbuçuk sayfa civarında değerlendirilme yazısıdır. Bir sayfanın iki yüzünü geçen kağıtlar teslim alınmayacaktır.
  7. Ödev’ de el yazısı kullanılmayacaktır. Ödev Bilgisayarda yazılacak ve ikinci sayfaya geçiliyorsa bir kağıdın iki yüzü de kullanılacaktır.
  8. Ödevler bir kağıt olarak teslim edilecektir. Poşet dosya ve benzerleri içinde ödev kabul edilmeyecektir.
  9. Ödevlerin hazırlanma aşamasında size verilen bu bilgiler dışında hiçbir bilgi verilmeyecektir. Bu nedenle dersin hocasına hiçbir soru sorulmayacaktır. Herkes kendi bilgi ve kabiliyeti oranında ödevini kendisi yapılandıracaktır. Farkın ortaya çıkarılması adına öğrenciler arasında tatlı bir rekabetin olması, ödevlerin bu bilinçle özgün hale getirilmesi gerekmektedir. Öğrencilerimizin bunu bilmesi ve bu bilinçle hareket etmesi faydalı olacaktır.

Vize sınavı niteliğinde böyle bir ödevle karşılaşan, öğrencilerin şaşkınlığını tasvir etmeniz mümkün değildir. Bütün veriler ellerinde olmasına rağmen üniversite üçüncü sınıftaki öğrencilerimiz ne yapacaklarını bilememektedirler. Malzeme olarak yağı, unu, şekeri, suyu ve ateşi ellerine verdiğim öğrencilerim defalarca sordular. Hocam helva nasıl yapılır; ne yapacağımızı bilmiyoruz, lütfen siz söyleyin! Neden? Çünkü bu zamana kadar kendilerine, haydi bir helva yapında yiyelim diyen bir kılavuzları olmamış! Her helvanın lezzet ve kıvamının farklı olduğunu, lezzet ve kıvamını kendilerinin belirleyeceği bir helvayı pekala yapabileceklerini bildiren ve hissettiren de olmamış. Bilim yapmakla görevli rehberler, “en iyi helva bizim yaptığımız helvalardır, bu helvaların tarifi de atalarımızdan bize intikal etmiştir” dedikten sonra, “bizden ve atalarımızdan daha iyi helva yapan da zaten yoktur”, edasıyla sanayi tipi kalitesiz helvaları öğrencilerimize dayatmış ve yedirmişler! Hocaların helvasını yemeye, alışık öğrencilerden helva üretmesini istemenin biraz da cesaret işi olduğunu belirtmeliyim. Hele hele bir öğrenci, es kaza farklı fikir, pardon helva üretse ve ürününü, klasik anlayıştaki rehberlere sunsa ve ifade etse “bir yiğit gurbete gitse gör başına neler gelir” psikolojisini ve ortamını yaşamak zorunda kalabilir. Fikrini özgürce savunma cesaretini gösteren bireyler küçük kıyameti yaşarlar. Bu türler dışlanma ve yalnızlaştırma metoduyla ıslah-ı nefs edilir. En babacan (tatlı sert) tavır ise öğrenciyi “Evladım otur oturduğun yerde, icat çıkartma” veya “eski köye yeni adet getirme” söylemine maruz bırakmaktır. İcat, kötü bir eylemdir ve bu muameleyi gören genç, muhtemelen bir daha hayatı boyunca hiçbir icatta bulunmayacaktır! Ayrıca eski köyde yaşayanlar yeni adet de istememektedirler! İstikbal vaat eden öğrencilerin sistem içinde yok edilmesi gerçekten çok üzücüdür. Öğrencilere mütemadiyen bayat helvaları sunan zevatın, aslında gömmekte oldukları ülkenin helvasını üretiyor olması ve bunun üniversite kanalıyla yapılması yaman bir çelişki olduğu kadar traji komik bir durum arzetmektedir!

Verdiğimiz ödevle ilgili olarak öğrencilerimize ısrarla söyledik. Çıkardığınız sonucu yazın. Bugünle tarih arasında bağ kurun. Sistematik düşünmeye çalışın. Oradan buradan alıntılar yaparak laf olsun torba dolsun kabilinden boş laf istemiyoruz. Avrupa toplumu, mezhep kavgaları, dinsel fanatizmin kaynakları ve sonuçları. Dinsel aşırılıkların bütün toplumlar için ortak sonuçları. Kutsal kitapların tahrifi. Tahrif edilmediği kabul edilen kutsal kitabın anlamlarının çarpıtılarak tahrifi. Dinde, sağlıklı olmayan beşeri fikir ve görüşlerle meydan getirilen algılama bozukluklarının kutsal kitapları tahrif etmesi. Semavi dinlerdeki tevhit ve şirk sorunu ve sonuçları. Mezhebi anlayışların dinsel fanatizmi besleme süreçleri.

Başlıklar altında kısaltarak verdiğimiz, kaynaklarda bulacakları bu bilgiler öğrencilerimize çağımız dünyasında yaşananları izahta anahtar fonksiyonunu görecekti Aslında, feodalite ve hanedan savaşları, bir başka deyişle siyasal iktidar mücadelesi olan Yüz Yıl Savaşları, temelinde Katolik-Protestan çatışması da olsa siyasal amaçları besleyen ve iktidar kavgasının bir ürünü olan Otuzyıl Savaşları ve bunların insanlık tarihinin utancı olan kanlı sonuçları görülmeliydi. Avrupa Tarihinin çağdaş Avrupa devletleri için halihazırda yaşanan sonuçlarının yanında, çağdaş Türkiye’deki sonuçları. Avrupa Tarihinin, ülkemizin tarihi, kültürel, ekonomik süreçlerine etkisi, izlenebilmeliydi.

Çağdaş Türkiye’deki dini ve kültürel algılamalar bunların temelleri. Farklı dini yaklaşımların mezhep ve meşreplerin ortaya çıkmasını sağlayan siyasal süreçler. İslam tarihi içindeki iç savaşlar. Siyasal mücadeleler. Dindeki algılamaları değiştiren ve dönüştüren tarihi olaylar. Cemel Vakası, Haricilerin ortaya çıkması, Şia ve oniki imam düşüncesi, Caferiliği besleyen tarihsel algılamalar. Emevi sultası ve Sünni algılamaları besleyen tarihi süreçler. vs

Öğrencilerimizden bütün bunları görmelerini ve çıkarttıkları sonucu yazmalarını istedik. Yüzde doksan beşi alışkın oldukları şeyi yaptılar. Muhatap oldukları kaynakları, adeta verdiğiniz ödevdeki kaynakları gördüm ve okudum ( bir kısmı verdiğimiz kaynakların büyük bölümünü tam olarak okumamıştı) mesajını vermek amacıyla hepsinden birkaç cümle alıntı yapmışlardı. Halbuki o kaynaklar öğrencilerimizi farklı ve aykırı fikirlerle karşılaştırmak ve bu konudaki bilgi eksikliklerini tamamlamak için verilmişti. Kaynaklar dünyaya bakışlarını genişletmek, tabir yerindeyse, kullandıkları at gözlüklerinden kurtulmalarını sağlamak için vardı. Biz kaynakların muhataplara telkin ettiğini değil, kaynaklardan Avrupa Tarihini değerlendirme adına çıkarılan sonuçlarla, çağdaş dünyada kendi kültürümüz için neler ifade edilebileceği, bugünün Türkiyesi için çıkarılabilecek pragmatik sonuçların neler olabileceği hususlarını görmek istiyorduk.

Öğrencilerimizin dini fanatizmin kaynaklarını ve bunların sonuçlarını hem tarihte hem gününde görmesi, temel hedefti. Bir insan herhangi bir din ve dinin renklerini kuşanmadan önce, insan olmalıydı! Müslüman veya Hristiyan, Alevi veya Sünni olmadan önce insan olmayı başaran kültürler ve toplumların, kutsal kitapları doğru yorumlayacağını görmek gerekirdi. Ayrıca bu ülkede Alevilik ve Sünnilik adına ortaya çıkıp kılıç sallayanların değil, önce insan olanların, dini de imanı da samimi olabilir kanaatini, insanlık tarihinden temel bir sonuç olarak çıkarmak için sadece bilim adamı olmak gerekmezdi. İz’an ve vicdan sahibi bir insan olmak yeterliydi. Öğrencilerimizden bunları görmelerini istemiştik

İşte sevgili Çıkmaz Sokak müdavimleri, böyle bir sınavda bir öğrencim, 3/C (İkinci Öğretim) sınıfından Aysun Gündüz son derece mükemmel diye niteleyebileceğim bir ödev verdi. Ödev ucu açık bir ödevdi. Elbet daha birçok sonuca varılabilir, çıkarımlar yapılabilirdi. Ortaya çıkan metin, son derece yoğun bilgilerin içinden süzülen tecrübe ve yapılandırılan sonuç olarak değerlendirildiğinde tatmin ediciydi. Öğrencimin hazırladığı ödevi bazı öğretim üyesi arkadaşlara okuduğumda, bizim hiçbir öğrencimizin böyle bir ödev hazırlayamayacağını, buna inanamayacaklarını, bütün samimiyetleriyle itiraf ettiler. Gerçekten öğrencimin hazırladığı ödev, muhakeme, analiz, sentez anlamındaki yerli yerinde tespit ve değerlendirmelerden de öte, edebi bir metin özelliğini taşıyordu. Arkadaşlarımın şaşkınlığı, biraz da bu özellik nedeniyleydi. Çalışmanın mahiyeti itibariyle kopya yapılamayacağını değerlendiremeyenlerden bazıları ise kopya olabileceği söylemişlerdi. Elbette kopya değildi, böyle bir çalışmada kopya çekilemezdi.

Öğrencim, semavi dinlerde tevhit ve şirk sorununu fark etmişti. Dinler doğruları vaaz ederler. Ama tarihte insanlar siyasal güç elde etmek için, esasta dinle ilgisi olmayan, hatta dinin hoş göremeyeceği düşüncelerini din kılıfının içine saklamayı ve dinin gereği gibi gösterebilmeyi başarmışlardır. Tamamen beşer düşüncesi olduğu halde, din kılıfı geçirilmiş düşüncelerle gerçek dinin tahrif edildiği sonucu da açıktır. Dini, maddi ve siyasal hırslarına alet ederek tahrif edenlerin din adamı kisvesini taşıdıkları da bir sonuçtur. İşin hoş olan yanı, bu tespitler tarihten çıkan bir sonuç olmasının yanında tahrif edilmeyen kutsal metinlerin de öğretisi ve ikazıdır. Örneğin Kur’an insanlarla Allah arasına din adamlarının girdiğine, kitabı tahrif ederek halka anlattıklarına, bunu da maddi ve siyasi kazanç için yaptıklarına işaret etmektedir.

Öğrencimiz bundan başka, dinlerin anlaşılmasında din ve dil ilişkisini, dinin anlaşılmasının kutsal metinleri halkın anlayabileceği dile çevrilmesiyle mümkün olacağını da görmüştür. Dinsel alandaki bazı sorunların kültürler için ortak veya benzer olduğu neticesi de açıktır.

Öğrencimin ortaya koyduğu metni iftiharla sunuyorum.

ÖNCE İNSAN OLMALI

Ruhu olmadan yaşayan vücutlar…

Çemberin dışına çıkma yarışına koyulanlar…

Gerçekten gün be gün kopan toplum, toplumlar

Gerçeğin kendisine bu kadar yakınken, birebir Kur’an’ı ve Allah’ı yaşamak dururken gerçekle aramıza örülen bu çürük, küflü köprüler niye, gerçekle aramızdaki bu surlar niye? Kim için ve ne için bu uzaklaşma?

Kilisenin boyunduruğunda yaşayan kendinden uzaklaşmış bir din…

Gerçek dışında her şeyle bağlantısı olan, körelmiş, köreltilmiş bir toplum…Böyle bir toplumda atılması gereken en büyük adım gerçek ile aradaki putları yıkmak ve böylece gerçeği anlamayı, algılamayı kolay hale getirmekti. Bunu görebilenlerden Luther, en büyük adımı attı ve İncil’i Almanca’ya çevirdi. Hıristiyan dünyasının köklerinden uzaklaştığı ve yozlaştığı bir dönem ve bu dönemde Allah ile insan arasındaki araçları tenkit edip köprüleri yıkarak dinin özüne dönmesi için yola koyulan Luther, din-dil ilişkisini kavramış, dinin kendi dillerine çevrilmedikçe algılanamayacağının farkına varmıştı. İncil’i çevirirken halktan uzak olduğu için zorlanmış, dinin toplum demek olduğunu onlar olmadan olmayacağını dile getiriyordu. Zaten 95 tezi de gerçekleri birebir ortaya koyuyordu. Allah dışında her şeyden korkan bir toplum( Kilisenin aforoz yetkisine inanmak ve bundan korkmak, Allah’ı bilmemek ve ondan korkmamak demektir.). Cenneti ve kurtuluşu papazlar için bir taş koymakta , endülijansta arayan, günahı için Allah’a yalvarıp tövbe etmek yerine kiliseye koşup günah çıkaran bir toplum. Bu toplumda Luther, çemberin ortasında Allah’ın olduğunu herkesin ona eşit uzaklıkta olduğuna ve arada hiçbir aracının olamayacağını tezleriyle ortaya koyuyor. İsa kemiklerin içinde mi? Araf, papazların malı mı? Nerede gerçek İncil?

Peki ya şimdi…

Sorun ortak, çözüm aynı, kurtuluş çok kolay ama…

Hıristiyan ya da Müslüman sorun aynı, yaşanılanlar aynı. Hala aynı tas, aynı hamam!

Hala devam ediyor Allah’ı gerçek olanı eksik görme, bu yüzden bir sürü inşaya başlanıyor, ama temeli çürük, bataklık…

Katolik, Ortadoks ya da Hanefi , Sünni, Şii. Ama hani nerede Müslüman, nerede gerçek yolundaki gerçek insan? Mezhepçi olmak, Kur’an Müslüman’ı olmaktan daha mühim! Ha insanları aforoz etmek ha kafir ilan etmek. Bu hüküm kime ait? Kim bu Allah’tan daha güçlü olan? Kimin bu hüküm verme yetkisi ve gücü? Ha Hz. İsa Allah’ın oğlu demişsin ha Hz. Peygamber nurdan, tüm kainat onun için yaratıldı demişsin. İster Hz İsa’yı kemiklerin içinde ara, ister Hz Muhammed yerine “kıl” peşinden git. Sorun aynı, çözüm kolay ama…

Artık yok gerçek yolu, yolumuz pir, hacı, dede, hoca ya da papaz, haham yolu. Ama yolun sonu aynı, yolun sonu uçurum.Allah’ın kaynağını(kitabını) eksik görmek Allah’ı eksik yetersiz görmek demek, ona ortak olup hüküm vermek kimin hakkı, kim verdi bu hakkı?

Tek yol Allah yolu, tek hüküm onun, onun yerine hükümde bulunmak ( en güzel örneği insanlar, kafir, sapkın ilan etmek, aforoz etmek) kendini Allah olarak görmek demek.

Sorun aynı, çözüm kolay ama… yıkmak için köprüleri çemberin ortasına koşmalı, çözüm çemberin dışında değil. Önce insan olmalı…

Aysun Gündüz.

Sosyal Bilgiler Öğretmenliği 3/C

Evet sizlerde beğendiniz mi bilmiyorum ama, öğrencimizin çıkarttığı sonuçların çağrıştırdığı bazı olayları ilerideki yazılarımızda kaleme almayı düşünüyorum. Çünkü, tarihin nasıl ideolojilerin çöplüğü haline getirildiğini bilmek, tarihte ve günümüzde yaşananları değerlendirebilmek açısından çok önemlidir. Eric Hoffer’in Kesin İnançlılar adlı eserinde uydur-inan faktörü olarak tanımladığı ideolojik yapılanmayı ve onun insanlık tarihine çıkarttığı faturayı görmeden, günümüz dünyasında yaşananların anlamlandırılması çok zordur. Tarihten bazı olayları gerçeklerle ilgisiz bağlamlarda kurgular (uydurur) sonra da bu kurgulara kutsiyet kazandırarak insanlarınızı buna iman ettirirsiniz. Kurgulara iman eden ve bunu kutsayan insan topluluklarını artık ölüme bile gönderebilirsiniz. Ölüme göndermesiniz de en azından onları rahat idare edersiniz. Gerçek dışı da olsa bir takım objelere iman ettirilmiş ve bir guruba mensubiyeti keskinleştirilmiş toplumun, elbette bir sinerji ve enerjisi açığa çıkacaktır. Bu enerjinin ürettiği maddi ve manevi kazanımlar (siyasal iktidardan pay) cebe indirilip, dünyalıklar elde edilecektir. Birileri kan döker, kanı dökülür, birileri de kan üstünde sefa sürer.! Tarihi okuyabilmenin ön şartı salak olmamaktır!

Saygılarımla.

 

Share