Norşin’den Arizona’ya adlı otobiyografimin bölüm özetleri
19 Mayıs’ta Kitapçılarda
Ne dediler?
- “Oğlum Mürteddir” Sadrettin Yüksel, Türkiye, 1989-04-11
- “Sadreddin Yüksel’i tebrik ediyoruz.” Zaman gazetesi, 1988-02-03.
- “Edip Yüksel uçurumdan düşmüştür.” Prof. Hüseyin Hatemi, Nokta, 1989-04-09
- “Müslümanlar için suni bir gündem oluşturuyor… Ümmet için fitne…” Abdurrahman Dilipak, Nokta, 1989-04-09
- “Bu yazılar içinde, sövgüden uzak, oldukça ağırbaşlı olanlar da var. Örneğin; Edip Yüksel’in … cevabı.” Turan Dursun, Din Bu, 1990
- “Bu mektuba ‘Sevgili mücahidimiz Edip’ ya da ‘Kardeşimiz Edip,’ diye başlamak isterdim.” Emine Özkan Şenlikoğlu, İnsanlar da Kayar: 19’a Cevap, 1992–2008.
- “Edip Yüksel bir zamanlar Türkiye’nin Salman Rüşdi’si olarak tanınıyordu.” Hulki Cevizoğlu, Ceviz Kabuğu Programı, 1996-08-02.
- “Sahtekâr kimdir, söyler misin ‘edeb’in e’sinden nasipsiz Edip?” Hasan Karakaya, Akit Gazetesi, 1996-08-04.
- “Edip Yüksel’i çocukluğundan tanırım. Hayatı boyunca hiçbir âlime tabi olmadı. 15-16 yaşında bile mücahitti, liderdi, önderdi.” Hekimoğlu İsmail, Zaman Gazetesi, 1996-08-05.
- “Biz Edip Yüksel’in yalnız sözlerinden değil, üslubundan da iğrendik. Bize öyle geliyor ki, ABD ve CIA iyi bir elaman yetiştirmiş…” Hüseyin Üzmez, Akit Gazetesi, 1996-08-07.
- “Adı ‘Edip’, ama kendisinin edep hissinden nasibi yok.” Mustafa Kaplan, Akit Gazetesi, 1996-08-13.
- “Tüm Kur’an aşkına ve mazlumluğuna rağmen Edip’in bazı yanlışları, tüm tutarsızlıklarına rağmen karşıtlarının da bazı doğruları vardı.” Yaşar Nuri Öztürk, Hürriyet Gazetesi, 1996-08-16.
- “Dikkat edin, en büyük hurafeler rasyonalizm adına dinle meşgul olanlarda görülür! Sünneti reddeder; gidip 19’a inanır.” Ahmet Selim, Zaman Gazetesi, 1996-08-18.
- “Aramızda kimler yoktu ki! Yasadışı gösterinin lideri Edip Yüksel’den, uçak kaçıran gazeteciler Yılmaz Yalçıner ve Ömer Yorulmaz’a, Recep Tayyip Erdoğan’a kadar zamanın ünlü isimleri aramızdaydı.” Mehmet Metiner, Ortak Haber, 2003-07-08.
- “Hoca için, herhalde, Metin’in öldürülmesinden daha hafif olmayan yıkıcı husus ise, Metin’in abisi Edip’in durumuydu…” Selahaddin Eş, Haksöz Dergisi, 2005-01.
- “Rahmetli Rashad Khalifa’nın çalışma arkadaşı ve yakın dostu Edip Yüksel Sadece Kuran öğretisini savunanlar arasında önemli bir şahsiyettir.” Prof. Aisha Y. Musa, Hadith as Scripture: Discussions on the Authority of Prophetic Traditions in Islam, 2008.
- “Sadece Kuran öğretisi doğrultusunda dinamik bir İslami reform hareketi Edip Yüksel liderliğinde sürdürülüyor.” Abdur Rab, PhD; Exploring Islam in a New Light, 2010.
- “Yüksel’in İnglizce Kuran çevirisini diğer bilim adamları desteklediler. Örneğin; Allah’tan başka Tanrı Yok kitabının yazarı Reza Aslan, “Kuran’ın statik bir kitap olmadığını, aksine yaşayan, nefes alan ve sürekli gelişen bir metin olduğunu inananlara hatırlatan güzel ve cesur bir çeviri” diye övdü. Feminist profesörler genelde desteklediler.” Irshad Manji, Allah, Liberty and Love: The Courage to Reconcile Faith and Freedom, 2011.
- “Bir gazeteci olarak 1985 yılından beri İslami hareketler üzerine çalışıyorum. Bu süre zarfında kimisi din âlimi, kimisi yazar, kimisi siyasetçi, kimisi cemaat üyesi veya yöneticisi çok kişiyi tanıma ve bazılarıyla tanışma imkânı buldum. Eğer bunların arasında en ilgincinin kim olduğu sorulacak olursa, hiç tereddütsüz onun adını veririm: Edip Yüksel… Eğer Edip “normal” biri olsa, kısa sürede tam bir best-seller olan kitabın getirdiği maddi imkânlar ve itibarla yetinirdi. Fakat o daha ileri gitti. Tıpkı Halife’nin yaptığı gibi, geleneksel Sünni İslam anlayışıyla ve bunun temsilcisi kişi ve kurumlarla mücadele etmeye kalkıştı.”. Ruşen Çakır, O bir Serbest Radikal, Vatan, 2011-08-21.
- “Yalnız bir radikal reformist; Edip Yüksel, Hadis’e karşı çıkıp “Sadece Kur’an” formülünü ileri sürünce, muhafazakârlar tarafından kötülenerek kâfir ilan edildi. Lakin Yüksel’in bazı eleştirilerine katılmamak elde değildir.” Mustafa Akyol, Islam without Extremes: A Muslim Case for Liberty, 2011.
- “Edip Yüksel’in Kuran’da 19 Mucizesi kitabını yayınlamaktan pişman oldum bir tek, bunu söyleyebilirim. Son kalan kitapları da imha etmişimdir.”. Timaş Yayınları sahibi Osman Okçu, Gerçek Gündem, 2013-07-16.
- “Bu arada Edip Yüksel de 19.org sitesinde İslam’ın ‘yeni’ 5 şartını belirlemiş: (1) Akletmek. (2) Özgürlük. Sadece Hakk’a teslimiyet. (3) Adalet. Yoksulları/mazlumları kollama. (4) Barışçılık. (5) Çevreyi koruma. Müsaade ederseniz, kendimi tutamayıp yazımı ‘anlayana’ diyerek bitirmek istiyorum.” Ezgi Başaran, Radikal, 2013-09-25.
- “Tayyip Erdoğan ve Edip Yüksel’in gözaltında bulunduğu Fatih karakolundan ağır darbeler alarak çıkmıştım. Bir arkadaşın tavsiyesi üzerine Kadir Mısıroğlu’na geldik ve durumu anlattık. Tayyib’in, Edip’in de nezarette olduğunu hatırlatınca, konuşmaya başladı ve daha önce Metin’e aklını başına alması gerektiğini, sık sık söylediğini; buna rağmen kendisini dinlemediğini ve dinlemeyince de kendisine böyle bir son hazırladığını söylüyordu… Edip’e de defalarca Metin gibi olmaması için uyarıda bulunduğunu hatırlatarak, dolaylı olarak bizi de uyarıyordu…” Yakup Aslan, Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrim, 2014.
0. “Efendinin Sana Yaptığı İyilikleri Anlat”
Sıradışı hayat tecrübeleri olan sıradan bir insanım. Türk hükümeti arşivlerine göre dikkat edilmesi gereken bir muhalif, izlenmesi gereken bir devlet düşmanıyım. Türk ırkçılarının otağlarında, susturulması gerekenler listesinin başında bulunan bir Kürdüm. Müslüman din adamlarının fetvalarında “canı ve malı helal” bir mürtedim ve bu yüzden Batı’ya kaçmış bir zındığım. Aile bireylerimin kalbinde sakınılması gereken bir serseri, bir hainim. Bir Elinde İncil diğer elinde bayrak sallayan aşırı milliyetçi Amerikalılar için yabancı bir ses, sınır dışı edilmesi gereken bir nankörüm. Bununla birlikte, ilericilerin, barışseverlerin ve tektanrıcıların zihinlerinde aklın ve barışın gürleyen sesiyim, bir reformcuyum. Dünyanın en şanslı ve en mutlu insanıyım.
Bu kitapta, senin ve benim Efendim, tüm kâinatın Efendisinin bana olan nimetlerini seninle paylaşacağım. Gerçek Efendiye ek olarak, O’nun yaratıklarından efendiler edinen müşriklerin hiçbir vakit anlayamayacağı, takdir edemeyeceği olaylara tanık oldum. Dinimi, yani hayat felsefemi, tavrımı ve yaşayış biçimimi Sadece Efendime adadığım ve sadece O’na güvendiğim için O’nun kelimelerine muhatap oldum; O’nun kelimelerinden hayat buldum. Böylece hiçbir devletin, hiçbir ordunun korkutamayacağı kadar güçlü, hiçbir şirketin, hiçbir zenginin satın alamayacağı kadar zengin bir insan oldum.
- Muhalif
1980 askeri mahkeme duruşmasından başlayarak okuyuculara genç bir aktivist ve köşe yazarının işkencelerle dolu dört yıllık mahkûmiyetinden, dini ve siyasi geçmişinden bahsedeceğim. 1981 yılında askeri mahkeme tarafından yargılanmam, kışkırtıcı bulunan makaleler yazmam sebebiyle olmuştu. Sokrat’ın başına gelenlere benzer uygulamalara maruz bırakılmıştım. Mahkemeye götürülünceye kadar hakkımdaki suçlamaların bile ne olduğunu bilmeden hücreye kapatılmış, duruşmadan evvel bir avukatla görüşme ve savunma hazırlama haklarından mahrum kalmıştım. Askeri hâkimlerden önce bir askeri savcı tarafından yargılanmıştım. Davamı savunmak ve hakkımdaki ithamlara cevap vermek için sadece birkaç dakikalık zaman içerisinde doğaçlama olarak ağzımdan çıkanlar, ideallerime olan bağlılığımı yansıtmış ve beni muhaliflerin gözünde bir kahramana dönüştürmüş ve aynı zamanda özgür insanlar için de anlamlı bir örnek oluşturmuştu.
“Atinalı hâkimler Sokrates’i ölüme mahkûm ettiklerinde hatalıydılar. Galileo’yu mahkûm ettiğinde ise engizisyon mahkemesi hatalıydı. Aynı şekilde siz de dini inançlarım ve siyasi fikirlerimden ötürü beni işkenceye ve hapse mahkûm ettiğiniz için hatalısınız. İki seçeneğiniz var: Ya beni hapse atacaksınız ya da istifa edeceksiniz.”
O zamanlar konuşmamdaki ironinin farkında değildim.
Arzuladığım teokratik sistem gerçekte baskıcı öğretilerden ve Orta Çağ kalıntılarından meydana geliyordu. Bu sistem özgür düşünebilen herkesi kâfir ve mürtet sayarak, ağır cezalara maruz bırakıp, dünyayı da özgür düşünenler mezarlığına dönüştürmekten başka bir işe yaramazdı. Bu sistemin, rüyalarımın sisteminin, beni düşüncelerimi özgürce ifade etme şansından yoksun bırakacağının farkında değildim. Aslına bakılırsa rüyalarımdaki devlet şu an kendisine karşı mücadele ettiğim devletten bile daha kötü olacaktı. Bu gerçeği ancak, İran ve Afganistan’daki kahramanlarımın hayal kırıcı dönüşümlerine şahit olduktan sonra fark edecektim. İktidarı ele geçirdikten sonra İranlı özgürlük savaşçısı mollalar, zalim parazitlere, Afgan mücahitler ise acının ve cehaletin savunucularına dönüşeceklerdi.
- Diri Diri Gömülen (Annem)
İmam bir baba ve Kürt kökenli bir annenin yedi çocuğundan biri olarak 1957 yılında doğduktan sonra bu İslami ev ortamındaki hayatım, babamın elleri arasında sıkı bir dini ve dünyevi eğitimden oluşmaktaydı. Çünkü din adamı sınıfı hayatına hazırlanıyordum. Annemin Kürt şehirlerinde kökleri ve çocukluk anıları vardı ve aristokrat bir aileden geliyordu. Büyük bir şeyhin kızı olduğu için kendine asalet miras kalmıştı. Yerel ve ünlü bir tarikatın lideri olan ve kadınların tepeden tırnağa kapanmak zorunda olduğu Sünni-Şafi bir ailede yetişmişti.
Amcaları ve kuzenleri milletvekili seçilmişti. Siyasi ve ekonomik sebeplerle sömürdükleri din, annem ve diğer kadın akrabaların tüm ömürlerini perdeler veya duvarlar arkasında geçirecekleri anlamına geliyordu. Aile bireylerinden başka erkeklerle iletişime girmeleri engellenirdi ve onlara okuma yazma da öğretilmezdi. Erkek hizmetçilerle de yalnızca perdelerin veya kapıların ardından konuşabiliyorlardı. Nasıl bir ironidir bilinmez ama Kuran okumalarına izin veriliyordu. Dili Arapça olduğu için tabii ki onu anlamıyorlardı. Kendi başlarına ve izinsiz asla dışarı çıkamazlardı. Hiçbir suç işlememiş olmalarına rağmen, kendi evlerinde mahkûm hayatı yaşar ve sürekli olarak gözetim altında tutulurlardı. Dogmatik öğretilerle beyin yıkama sonucu böylesine bir hayatı tek seçenek olarak kabul etmişlerdi.
- Şeytanın Kutusunu Çalan (Babam)
Babam Molla Sadreddin’i ünlü bir dini ve siyasi figür olarak tanıtabilirim.
Molla Sadreddin, zekâsı ve çalışkanlığı sayesinde bir halk kahramanı olmuştu. İlçenin en etkili adamının kızıyla evlenmiş, fakir ve yetim bir köylü olarak aristokrasinin ve feodalitenin duvarlarını ve normlarını yıkmıştı.
1978 yılının başlarından itibaren İran’da Şah rejimine karşı gösteriler yapılıyordu. Geçmişte Şii mezhebi aleyhine makaleler yazmış olan Sünni bir âlim olmasına karşın babam, İran Devrimi’nin sesi duyulan savunucularındandı. Türk hükümetinin İran Devrimi’nin salgın bir hastalık gibi yayılmasından korktuğu göz önüne alınınca, babam çok büyük bir risk alıyordu. İşkenceye maruz kalabilir, hapse atılabilir ve hatta gizli ajanlar tarafından öldürülebilirdi. Ancak cesur ve dürüst biriydi. Kendi aklını kullanmasını bilir ve inandığı şeyi ifade etmekten çekinmezdi. Birçok âlim onun görüşlerine karşı olmasına rağmen, güçlü kalemi, derin klasik dönem din bilgisi ve durduğu yeri savunmaya yönelik güçlü tartışmalar yapabilme yeteneği, rakiplerini ürkütüyordu. Bu yüzden, genelde babama karşı sessiz kalmayı tercih ederlerdi.
O yıllar babam benim kahramanımdı. Kendimi bir anda radikal İslam hareketinin önde gelen figürleri arasında bulmuştum. Babam farklı gruplardan ve hatta rakiplerinden bile saygı görüyordu. İnsanlar birçok dini konuda ona danışıyordu. Birçok Sufi tarikat liderlerini şahsen tanıyorduk: Nur Cemaati, Milli Selamet Partisi milletvekilleri, Mısır ve Suriye Müslüman Kardeşler Örgütü, Irak Hizbut Tahrir’i ve Afganistan Hizbi İslami’si ve daha sonra İran’daki Mollalar…
Ancak, 70’li yılların sonlarına doğru babam daha da radikalleşti. Teokratik bir yönetimi iktidara getirecek bir devrimden yanaydı. Mısır Müslüman Kardeşler örgütünün kurucuları Hasan el Banna, Seyyid Kutub, Abul A’la el Mawdudi, Said Hawwa ve günümüz Radikal İslamcılarına örnek verilebilecek Taliban lideri Şeyh Abdurrahman ve Usama Bin Ladin gibilerinin tasavvur ettiği bir devrim olsun istiyordu.
- Sıkıysa Yaklaş (Üniversite Yılları)
İlk hapishane deneyimimi dini-siyasi eylemcilerin tuzağına düştükten sonra, Sünni Dinci ve Radikal İslamcı bir öğrenci olarak, dini ve siyasi uyumsuzluklarım sebebiyle, 70’lerin Türkiye’sinin çalkantılı siyasi ortamında yaşadım.
Başlangıçta geceleri erken bir saatte yatardım. Oda arkadaşlarımdan üçü kilise fareleri kadar sessizdiler ama geri dönüp ışığı açtıklarında uyanırdım. Günün birinde onlara, “Her gece böyle geç vakitte nereden geliyorsunuz?” diye sordum.
Bu soru beni Akıncılar örgütünün Ankara’daki merkezine götürmüştü. Çok geçmeden kendimi siyasi bildiriler planlama, gösteriler düzenleme, polisten izin almadan kitapçıklar dağıtma ve konferanslara katılma gibi işlerin içerisinde bulmuştum. Bir ay sonra rollerimiz değişmiş ve arkadaşlarım uyurken ben gece geç bir saatte gelmeye başlamıştım. Şimdi ben onlara vekâlet ediyordum ve onlar da huzur içinde uyuyabiliyorlardı. Başka genç muhaliflerle bağlantı kurdum. Bir öğrenci lideri, yazar ve ülkemin otoriter sosyo-politik kurumlarına karşı mücadelemizde büyük mitinglerde konuşan karizmatik bir hatip konumuna yükselmiştim. Bunların sonucunda eğitimim, kariyerim ve sosyal fırsatlar açısından ödeyeceğim fatura çok ağır olacaktı.
- Akıncılar: Bir İslamcı Militanın Hızlı Günleri
Yetmişli yıllar boyunca Türkiye’nin öğrenci aydınlarının siyasi aktivitelerine aktif bir şekilde katılıyordum. Bu bölümde İstanbul sokaklarında gösteri yapan eylemciler arasında ön saflarda yerimi almışken, askerin ve polisin kullandığı şiddetin ve karakol ve tutukevlerinde yaygın olan işkencenin ülkem ve şahsım üzerindeki derin etkilerini anlatacağım.
İran’da onlarca yıldır hazırlığı yapılan ve 1978’de kuvvetlenip, 1979’un başlarında patlak veren devrim yaşanıyorken, ben de erkek kardeşimle birlikte dini bir devrim için uğraş veren Akıncılar örgütüne liderlik ediyordum. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ni terk ettikten sonra bu kez Boğaziçi Üniversitesi’ndeki eğitimimi askıya almış ve FT/19 adlı kendi yer altı gençlik örgütümü şekillendirmek için çalışmalara başlamıştım. Kuran’daki 19 sisteminden haberim yoktu o zamanlar. Irkçı Bozkurtların kardeşimi katletmesinden sonra gözaltına alınmama sebep olan siyasi eylemlere ve protesto mitinglerine katılmıştım. Kardeşimin katilleriyle aynı koğuşu paylaşmak zorunda bırakılmış; çeşitli suikast teşebbüslerine maruz kalmıştım. Müslüman Kardeşler ve Afganistan Hizbi İslami’si, Irak Hizbut Tahrir’i gibi radikal İslamcı yer altı örgütleriyle bağlantılarım olmuştu. Dini bir ayaklanmaya destek oldukları için öğrenci grubumun tutkulu liderliğine yoğunlaşmıştım. Defalarca tutuklandım bu dönemde. Bir keresinde kardeşimin katillerine yakın bir koğuşa hapsedilmiştim. Burada beni başka bir tutuklu arkadaşımla karıştırarak onu ciğerinden şişlediler ve onun ölümüne sebep oldular.
Müslüman Kardeşler örgütünün kurucularının tahayyül ettiği türden bir İslam devrimi gerçekleştirmek için konferanslar veriyor, yazıyor, Müslüman gençleri organize edip siyasi etkinlikler tertipliyordum.
Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesinden sonra Afganistan mücahitlerine katılmak üzere gönüllü olan 200’den fazla Müslüman radikal için uçak verilmesi talebiyle, örgüt üyelerimle birlikte İstanbul havaalanını ele geçirmeye teşebbüs edecektim. Türk basınında geniş yer bulabilecek bu girişimim, eylemimizi gerçekleştireceğimiz günden bir gün önce polis tarafından gözaltına alınmam sebebiyle gerçekleşememişti. Daha sonra binlerce Afganlıyı vahşi bir şekilde öldüren ve Kabil’i yerle bir ederek, çok kötü bir şöhretin sahibi olacak olan Gülbeddin Hikmetyar ile tanışmış ve ona Türk iş adamlarından toplanan binlerce doları bağış olarak vermiştim.
Hevesli, karizmatik, cesur ve o kadar da budalaydım. Ülkede bir devrim yapacaktık. Laik ve baskıcı devlet yönetiminin ve onun destekleyicisi ABD’nin sonunun geldiğine inanıyorduk. Siyasi ve ekonomik adalet, özgürlük ve barış getirecek İslami bir devletimiz olacaktı.
“Şah, Butto, Huveyda! Sıra hangi Masonda?”
“Şeriat gelecek, vahşet bitecek!”
“Kahrolsun Amerika!”
“Allahu ekber!”
- Ayetullah Humeyni/İran Devrimi ile Flört
1970’lerin sonunda, İran’da hızla yayılmakta olan devrim hareketi için ajanlık yapmamı isteyen İranlı köktendinciler benimle temasa geçmişti. Devrimi Türkiye’ye ihraç etme sözüyle birlikte, neredeyse Ayetullah’ın merkezi danışman grubu tarafından ayartılarak, Ayetullah ve Devrim Muhafızları liderleriyle buluşmak üzere Tahran’a gidiyordum.
Ülkemde İslami devrim gerçekleştirmek için tercih ettiğim metotların İranlı yoldaşlarımınkinden oldukça farklı olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğrayacaktım. Örgütümde şiddet yanlısı hizipler olmasına rağmen, İslamcı gençliğe yaptığım liderliğin altın çağını yaşadığım günlerde bile devrim için propaganda ve diğer barışçıl araçların kullanılmasından yanaydım. Bu yüzden onlardan İran sınırında, Türkiye’de şiddetten uzak bir şekilde kitlesel bir İslami devrimin gerçekleşmesi için yayın yapacak bir televizyon ve radyo istasyonu kurulması için yardım talep etmiştim. Ancak İranlı liderler, Türk mücahitler için gerilla eğitimi vermeyi teklif ettiler ve karşılık olarak da Türk ve NATO askeri üsleriyle ilgili istihbarat sağlamamız talebinde bulundular. Sakalı, şapkası ve üniformasıyla Fidel Kastro’ya benzeyen Devrim Muhafızlarının lideri genç Ebu Şerif, yoldaşlarıma ülkemdeki Amerikan ve Türk askeri üsleriyle ilgili istihbarat toplamaları konusunda talimat vermemi istedi. Türkiye Cumhuriyeti’ni en büyük düşmanım olarak bellememe ve ABD’yi Büyük Şeytan olarak nitelendirmeme rağmen, yaşadığım ülkede iç savaş çıkarmayı hiç düşünmemiştim.
- Siyah Kuğu: Kaderin Yol Çatalında 30 Saniye
İstanbul sokaklarından birinde, İstanbul Akıncılar örgütünün başkanı Dursun Özcan ile tesadüfen karşılaşmam beni bir konferansa götürecekti. Ağustos 1980’de WAMY’nin yani World Assamly of Muslim Youth (Dünya Müslüman Gençler Kongresi) örgütünün düzenlediği uluslararası bir konferansa katılmamın, hayatımın akışını büyük ölçüde değiştireceğini tahmin bile edemezdim. Orada Ahmad Deedat’la tanıştım ve hayatımı değiştirecek olan sırrı öğrendim. Onun, Dr. Reşad Halife’nin Kuran’da saklı olan mesajı keşfetmesinin özeti olan ve akıcı bir dille yazılmış bir kitabını Türkçeye çevirecektim. Odasında yaptığımız baş başa görüşmelerden sonra Deedat bana, “Quran: the Ultimate Miracle” (Kuran: En Büyük Mucize) kitabıyla birlikte, Evangelist misyonerlere yazdığı “Who Wrote the Bible?” (İncil’i Kim Yazdı?), “Crucifixion or Cruci-fiction?” (Çarmıha Gerilme mi, Çarmıh-ı Kurgu mu?), “Resurrection or Resuscitation?” (Dirilme mi, Ölümden Döndürme mi?), “Who Moved the Stone?” (Taşı Kim Yerinden Oynattı?) ve “ The God that Never Was, and What is His Name?” (Hiç Var Olmayan Tanrı ve O’nun Adı Nedir?) kitapçıklarını çevirme iznini verdi.
- Bitler, Fareler, Sopalar, Çizmeler ve Sayılar
Konferansın sona ermesinden bir hafta sonra, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi gecesi halkı isyana teşvik iddiasıyla tutuklanıyorum ve yaklaşık 4 yıl hapis yatıyorum. Müslüman Kardeşler’den Mısırlı ve Britanyalı bir arkadaşla Fatih’te yürürken, tıpkı bir sokak köpeği gibi alıkoyulmuştum.
Bu bölümde baskıcı bir hükümete karşı muhalif olma suçu için uzun süre tutuklu kalmam ve sürekli olarak işkence görmem dâhil, polis tarafından bana ve başkalarına verilen fiziksel ve ruhsal cezaları anlatacağım.
Tutuklama ve hapis cezası için Allah’a teşekkür ediyorum. Aksi takdirde, siyasi eylemlerle çok yoğun olarak meşgul olduğum için oturup, Deedat’ın kitabını incelemek ve çevirmek için hiç fırsat bulamayacaktım. Hapishanede bir dönem çok sıkı kurallar ve sürekli olarak işkence vardı. Kendi seçeceğimiz bir kitabı okumamıza izin verilmiyordu. Ancak Deedat’ın kitabını incelemek ve çevirmek için yeterli bir süreye sahip olmuştum. Hapishanedeki ilk aylar hem kitabı çevirmek hem de kitapta verilen Kurani bilgileri doğrulamak için bana müthiş bir fırsat sunmuştu. Mahkûm yoldaşlarımı doğrulama ve çürütme işlemi için görevlendirmiştim. Daha sonra kitabın konusuna ben de katkıda bulundum ve kitabın ortak yazarlarından birisi oldum. Kuran’ın bilimsel yönüyle ilgili kendi çalışmalarımı ekledim ve kitap bu haliyle basıldı. Kitap, basılır basılmaz en çok satan kitaplar listesinin zirvesinde yer aldı ve dini kesimler tarafından yasaklanıncaya kadar yaklaşık beş yıl süreyle en çok satan kitapların başındaki yerini korudu.
***
Bu bölümde kitabımızın birinci bölümüne geri giderek üç buçuk yıllık hapishane hayatımı ve bir yıl süren işkenceyi sizinle paylaşacağım.
Batı dünyasında olsaydı çok az ilgi uyandıracak dini ve siyasi ifadelerimden dolayı, usulsüz bir mahkeme tarafından altı yıl hapis cezasına çarptırılmıştım. “Gece Yarısı Ekspresi”nin kahramanı Billy Hayes’in hikâyesine şaşırtıcı bir şekilde benzer biçimde rutin olarak dayak yediğim, insanlık onurumu aşağılayan hakaretlere maruz kaldığım, tıbbi bakımdan ve güneş ışığından mahrum bırakıldığım, bozulmuş yemeklerle beslendiğim, bireyselliğimin elimden alındığı, inancımın aşağılandığı, saatler süren siyasi beyin kirletme seanslarına katlanmak zorunda kaldığım ve hepsinden kötüsü beni esir edenlerin kışkırtmalarıyla, mahkûm arkadaşların tacizlerine katlandığım, korkunç bir dünyanın içine sokulmuştum.
- Edip Yüksel ya da Yazar Yüksel
Neredeyse dört yıl süren bir mahkûmiyet sonrası serbest bırakılınca, görüşlerimden oluşan üç tane popüler kitap yazdım ve radikal bir siyasi ve dini yazar olarak İstanbul’daki yaşantıma yeniden başladım. 26 yaşında Türkiye’de en çok satan ve oldukça popüler olan bir yazar olmuştum. Siyaset ve din konusunda düzenlenen konferansların yıldızı idim. Kitap fuarlarında düzenlenen imza günlerinde en uzun kuyruklar benim oluyordu. Müslüman gençler ve üniversite öğrencileriyle temas halinde hala sokaklarda da etkindim. Bu bölümde Yahudi bir azınlığın yaşadığı bir adaya yaptığımız unutulması güç bir çıkarmayı da anlatıyorum.
- Sakıncalı Piyade
Bir yıl içinde askerlik celbi ve ilave hapis cezası tehdidiyle yeniden Türk hükümetinin hedefindeydim. Yukarılardan, bilinmeyen birisi tarafından sakıncalı piyade olarak adlandırılmış ve diğer asker arkadaşların sürekli gözetiminde, fakat muhalif fikirlerim onlara bulaşmasın diye sürekli onlardan uzak tutularak, 18 ay görev yapmak üzere askere alınmıştım. Lakin beni ve komutanlarımı bekleyen büyük sürprizler vardı. “Paranormal” yollarla veya “büyücülük” yaparak dedektiflik ettim ve silah ve savaş konusunda icatlar yaparak askerliğimi eğlenceli(!) hale getirdim.
Amerika’da yaşayan bir Müslüman reformistle aylar süren yazışma ve tartışmalardan sonra 1 Temmuz 1986’da paradigma değişimi ve radikal bir dönüşüm yaşadım. O gece hayatımın en büyük kararını verdim. Babamdan miras aldığım dinin, temelden bozuk olduğu sonucuna vardım. (Kronolojik olarak dokuzuncu kitabım “Sakıncalı Yazılar” o günün önemine vurgu yaparak başlar. İkisi hariç hepsi en çok satan kitaplar listesinde olan sekiz kitabımda savunduğum eski dini pozisyonumu eleştirmek ve reddetmek zorundaydım. Geleneksel dini reddettim. Uzun araştırmalarım beni ürkütücü bir kabule zorlamıştı: Geleneksel İslam’ın, daha doğrusu Sünniliğin ve Şiiliğin, Muhammed peygamberin orijinal öğretileriyle hiçbir alakası yoktu. Allah’ın dini olamazdı bu.)
- 1 Temmuz 1986 Kadir Gecem ve Üç Kırkbir (Olağanüstü Deneyim)
Askerdeyken, Amerika’da yaşayan bir reformcuyla gizlice yazışmaya başlıyorum. Daha önce beni oldukça popüler yapan ve Türk devletinin hedefi haline getiren Sünni dinci inanışlarımın çoğunu reddederek, siyasi ve dini bir düşünür olarak paradigma değişimi yahut, bir büyük dönüşümden geçmekteyim. Amerikalı Malcolm X benzeri bir olgunlaşma döneminin ardından, bir zamanlar hararetle inandığım ve savunduğum gelenekteki derin kusurların farkına varacaktım. Köktendinci İslam’ın, Kuran’ın orijinal mesajını fena halde çarpıtarak, onun yerine Yahudi ve Hıristiyan öğretileriyle harmanlanmış Orta Çağ Arap kültüründen oluşan bir karışım meydana getirdiğini ve bu dogmaların, dini ve siyasi liderlerin kitleler üzerinde kendi buyruklarını uygulamak amacıyla şekillendirdikleri bir sosyo-politik baskı aracına dönüştürüldüğünü görmüştüm.
Kafa karışıklığı ve acı dolu bir dönemi, peygamberlerin ve yakın arkadaşlarının yaşadıklarına benzer bir dizi ruhani deneyim takip etti. Yaklaşık iki haftalık bir süre kaybolmuştum. Beni içine düştüğüm ikilemden kurtarmak üzere bir işaret göndermesi için Allah’a ısrarla dua ediyordum. “Allah’ım bana bir işaret gönder” duasını iki hafta boyunca sürekli tekrarladım. 23 Kasım 1986 saat 01.30’da ofisimde yalnız başıma oturmuş, “İlginç Sorular” isimli kitabımın ikinci cildini bitirmeye çalışıyordum, ama korkunç bir paradoks hala ruhumu kemirmekteydi. Tekrar dua ettim: “Allah’ım, bana bir işaret ver!”
Sonra, aniden tuhaf bir şey oldu. Sanki birkaç mil koşmuşum gibi kalbim hızla çarpmaya başladı. Hayatımda ilk defa mantıklı bir sebep olmaksızın o kalp atışlarını duyuyordum. Her yönümü kuşatan çok net bir sesi işitmeye başladım: “Üç Kırkbir! Üç Kırkbir! Üç Kırkbir!” Şok olmuştum. Aklıma ilk gelen şey, Kuran’ın üçüncü suresinin kırk birinci ayetine bakmak oldu. Kafa karışıklığım ve endişelerim müthiş bir huzur ve sevince dönüşmüştü. Ayet, duamı aynen tekrarlıyor ve bana cevap veriyordu, hastalığımın ilacını sunuyordu: Kalabalıkların senin hakkında ne düşüneceklerine aldırma!
- Tekrar Zindanda: Cehenneme Yolculuk
1986’da önceki kitaplarımdan birinin devamı niteliğinde olan bir kitap yazıyorken, umulmadık bir şekilde bu defa sokak yerine basımevindeki odamda gözaltına alınıyorum ve uykudan yoksun bırakılıyor, sürekli olarak sorgulanıyor ve işkence görüyorum. Sonra yargılanmaksızın İstanbul’dan yaklaşık 400 km uzakta hırsızlar, soyguncular ve katillerle beraber kalacağım Ankara’daki bir hapishaneye götürülüyorum.
1986 yılında tutuklandıktan sonra, başka tutuklularla birlikte kapalı bir kamyonun kasasına bir konserve kutusundaki sardalyeler gibi sıkıştırılıp, yüzlerce kilometrelik sonu gelmez bir yolculuğa çıkarılıyorum.
Mahkeme, Encyclopedia Americana’dan yapılan bir alıntı da dâhil, hiç de politik ve dini kışkırtmalar içermeyen yazılarımı ‘ülkenin laik kanunlarına karşı’ diye betimleyen bir üniversite profesörünün verdiği bilirkişi raporundan oluşan savcı iddialarına güveniyordu. Dini bir yönetim kurulmasını destekleme suçlamalarıyla yargılanıyordum. Bir psikopat katille aynı ranzayı paylaştığım yabani ortamda, hayatta kalma sanatını öğreniyordum. Duvardaki çiviler, Ankara’dan İstanbul’a işkence gibi gelen bir yolculuk, terk edilmişlik ve önemsizlik duygusu… “İlginç Sorular” isimli kitabım yüzünden neredeyse 5 ay süren bir hapisliğin ardından, hakkımdaki suçlamalardan beraat edince şaşırmıştım.
Artık İran Devrimi özlemcisi bir İslamcı olmamam ve örgütümle olan ilişkilerimi kesmiş olmam biraz ironik gözükebilir. Ancak evvelki dini ve siyasi konumumun hayaleti hala peşimi bırakmıyor. Paranoyak ve militarist devlet, geçirdiğim bu büyük değişimi anlamakta güçlük çekiyor.
- Kutsal İnekleri Ürkütmek: Mürted/Reformist
Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra Sünnilik dinimi ve o dini devlet yapma idealimi reddeden yeni bir kitabım basılıyor. Geçmişimden çok keskin bir şekilde yaptığım bu ayrılık, ünlü bir âlim olan babamı rahatsız ediyor ve beni ağır bir dille eleştirip evlatlıktan reddediyor. Birbirleriyle kavgalı tüm dindar cemaatlerin liderleri ve medyaları beni “mürtet” ilan etmekte ittifak ediyor ve bu durum Türkiye’nin hem laik hem de dini gazetelerinde geniş bir yer buluyordu.
Bu olaydan sonra, Sünni Dinci Müslümanlar, ülkenin her tarafında kitapçılardaki kitaplarımı raflardan kaldırıyor ve yok ediyorlar; kitaplarımı basan yayınevleri ve perakendeciler de tehdit ediliyordu. Ben de sürekli olarak tehdit ediliyor ve daha önce yoldaşlarım ve takipçilerim olan, ancak şimdi en azgın düşmanlarıma dönüşmüş insanlar tarafından birkaç sefer İstanbul sokaklarında alenen saldırıya uğruyordum. Bir hafta içerisinde bu terör kampanyasının hedefi haline geliyorum ve gerçeği fark ediyorum. Tüm cemaatler, Milli Selametçi’sinden Nurcu’suna, Milliyetçi’sinden Süleymancı’sına ve Nakşi tarikatlarına kadar aleyhimde birleştiler. 27 yaşında bir tek dikili ağacı bile olmayan idealist genç bir yazara karşı vakıfları ve partileriyle, cemaatleri ve fertleriyle, medyası ve dedikodu makinesiyle tüm cemaatler beni linç etmek için ittifak kurmuştu. Daha önce dost olduğum yazarlar da beni kötüleyici makaleler yazıyor ve konuşmalar yapıyordu veya bana karşı kampanyaya destek oluyordu… Babam Sadreddin Yüksel’in yanısıra Ali Ünal, Abdurrahman Dilipak, Ali Bulaç, Mehmet Metiner, Hekimoğlu İsmail ve daha niceleri beni hedef aldılar. O günlere ait gazete ve dergilerin ilk sayfalarındaki manşetler bu duruma tanıklık etmeye yeter. Hakkımda ölüm fermanı verilmişti. Ölümden korkmuyordum ama sansürlenmek, kitabımı ve davamı eleştiren kötü ve yanlış tartışmalara ve şahsıma yöneltilen türlü türlü iftiralara cevap verememek beni rahatsız ediyordu.
İnsafsızca Salman Rüşti’ye benzetilmiş ve saklanmak zorunda kalmıştım. Birkaç kez ölümden kıl payı döndüm. Ve benim için önemli olan her şeyi arkamda bırakıp Batı’ya kaçacaktım.
- Hicret
Amerika’da tanıştırıldığım bir kız ile nişanlandıktan sonra işlerimi toparlamak için altı aylığına izin isteyerek Türkiye’ye döndüm. O’nunla birlikte Türkiye’de yuva kuracaktık. Ama işler beklediğim gibi olmadı… İş sahibi olmak bir yana hayatım bile risk altındaydı. Bir sürü maceradan sonra Amerika’ya hicret ettim.
- Yankilerin Ülkesinde Müslüman Bir Sürgün
Üzerimde elbiseler, cebimde birkaç yüz dolarla birlikte Amerika’ya, manevi ve entelektüel arkadaşım Reşad Halife tarafından samimiyetle karşılanacağım Arizona’ya doğru göç ediyorum. Fikirleri Türkiye’deki dönüşümüm üzerinde çok büyük tesire sahip olan Reşad Halife’nin kendisi de Müslümanlar arasında tartışmalı bir şahsiyetti.
12 yıl önce (2014 yılında… 25 yıl oldu) hayatımı kurtarmak için Türkiye’den Amerika’ya kaçtığımda, Amerika’yı tanıdığımı sanıyordum. Ergenlik yıllarımda Amerika benim için Teksas Tom Miks, Kaptan Swing, Red Kit vs. çizgi roman kahramanlarımın ülkesiydi. Daima; barbar Kızılderililer, tembel Meksikalılar ve komik üniformalar giyen aptal İngiliz askerlerine karşı savaşan beyaz kovboylar, avcılar ve askerlerin tarafında olurdum. Lakin sonra, İranvari bir devrimin destekçisi olunca, Amerika benim için kukla rejimler vasıtasıyla Müslümanların kaynaklarını sömüren emperyalist “Büyük Şeytan”a dönüşmüştü. Bir zamanlar “Yanki evine dön!” diye bağıran ben, şimdi Yankilerle aynı evde kalıyordum.
Amerikan kültürüyle ilk karşılaştığımda kendimi “Alice Harikalar Diyarında” gibi hissetmiştim. Bu bölümde Amerika’yla ilgili çizdiğim bir karikatürü bulacaksınız. Filin hortumuna dokunup onu kıllı bir kuyruğa benzeten meşhur kör adamın tasvirine benziyordu bu. Yabancıların gözünde, Amerika ile ilk karşılaştıklarında onlar için en görünen şey sadece filin kuyruğu olduğunu biliyorum.
Amerika ile ilgili ilk izlenimlerimi ikiyüzlü Yunan tanrısı Janus olarak ifade ediyorum. Amerika, aynı zamanda hem özgürlüklerin hem de gelişmekte olan hapishane endüstrisinin; hem baş döndürücü bir zenginliğin hem de rezil bir yoksulluğun; hem dünya barışını koruyan güçlerin ve hem de dünyaya dehşet saçan savaş makinesinin ülkesiydi. Amerika, cennetle cehennemin buluştuğu yerdi.
- Arkadaşıma Suikast
Dr. Reşad Halife (Rashad Khalifa), sonradan Müslüman din adamlarının geleneksel öğretilerini eleştirme cüretini göstermiş, İslam dünyasında popüler bir yazar olmuş, Mısır kökenli bir Amerikalı biyokimyacıydı. İslami anlayış ve pratikte Kuran dışı tüm mezhep öğretilerini reddeden bir reformdan yanaydı.
Reşad, Kuran’a bakınca, bugünkü İslam’ın orijinal Muhammed öğretileriyle hiçbir alakası olmadığı sonucuna varmış ve bu dinin Orta Çağ Arap kültürüyle (hadis ve sünnet) harmanlanarak, üretilmiş öğretileri Muhammed peygambere mal etmek vasıtasıyla, İslam âlimlerinin uydurduğu bir din olduğunu ortaya koymuştu. İslam bilginleri bu Orta Çağ yalanlarına kendi fikirlerini de katarak berbat ve baskıcı kanunlar, hurafeler, kadın düşmanlığı, hayatla ve insan fıtratıyla çelişen şirk dinleri oluşturmuşlardı.
1989’da bir grup din adamı, Salman Rüşdi meselesini tartışmak için Suudi Arabistan’ın Mekke kentinde bir araya geldiler. Fetvaları yayınlanır yayınlanmaz anavatanım Türkiye dâhil birçok Müslüman ülkede manşetten haber oldu. Fetvaları, “Reşad da Rüşdi de Mürtettir,” şeklindeydi. Dünya Rüşdi’yi tanıyordu ama Reşad da kimdi? Arizona’nın ikinci büyük kenti olan Tucson’da yaşayan bu biyokimyacı, bilgisayar analizleri sonucu Kuran’da gizli olan matematiksel bir sistemi keşfettiği için İslam ülkelerinde tanınan bir bilim adamı olmuştu. Matematiksel sistemin sonuçları Müslüman din adamlarının kabul edemeyeceği kadar zordu. Sonunda Reşad’ın öldürülmesine yönelik bir fetva yayınladılar.
Reşad; 1990 yılının ilk ayının sonunda, Tucson’daki mescidinde, olaydan 10 yıl sonra FBI ve Amerikan haber kaynaklarının Usama Bin Ladin’le ilişkili olduklarını açıkladıkları bir çete tarafından vahşi bir şekilde katledildi. Katillerinden birisi 19 yıl sonra Kanada’da yakalandı ve Tucson’da mahkûm edildi.
Reşad, Kuran dışında bütün mezhep öğretilerinin reddedildiği bir değişime çağrı yaparak, İslami dogmaların geleneğini eleştirme cesaretini göstermişti. İslam dinini hurafeler ve çelişkiler dolu bir şirk dinine çevirenlere karşı İslami bir reform yani tevhidi bir reform hareketini başlatmıştı.
Türkçe kitaplarım üzerinde çalışarak ve “Final Testament” (Kuran)’ın ikinci basım için gözden geçirilmesi sürecinde Reşad’a yardım ederek, her gün neredeyse 12 saatimi Tucson Mescidinde harcıyordum. Suikastından bir gece önce mescitte Reşad ile birlikteydim ve ertesi sabah oraya olaydan iki saat sonra varmıştım. Türkiye’de daha önce başıma geldiği gibi, bir kez daha, inançlarım yüzünden öldürülme tehlikesinden kıl payı kurtulmuştum.
ABD dış politikası ve mezhepçi Müslümanlık, dinsel terörün üreticisidir. Terörizme karşı savaşın iki cephesi vardır: Amerikan demokrasisinde ve İslami anlayışımızda reform. İster gökdelenlerde, ister mağaralarda yaşasınlar, bu savaşların kurbanları çoğunlukla masum insanlardır.
- Oğullarım Yahya ve Metin
İlk oğlum Yahya; Kuran’ı dinimin tek kaynağı olarak kabul edip, mezhep öğretilerini terk edişimin yıl dönümünde, 1 Temmuz 1990’da, ilahi bir hediye olarak doğdu. Yahya için tuttuğum günlük, oğulları Yahya’nın gelişimi ile ilgili anne ve babasının yaptığı gözlemler ve bilgilerden oluşuyor. İyi bakılmış bir çocuğun zihinsel gelişimi, özellikle de bu çocuk sizin kendi çocuğunuzsa, dünyanın en ilgi çekici ve en eğlenceli deneyimidir. Her anne ve babaya çocuklarını dikkatli bir şekilde gözlemlemelerini ve dinlemelerini ve bu gözlemlerden elde ettikleri bilgileri bir günlüğe yazmalarını tavsiye ediyorum. Tabii bir de altına notlar düşülmüş özel bir fotoğraf albümü oluşturmalarını… Keşke benim de anne ve babamdan bana böyle şeyler kalsaydı! Çocuklarınızı en tatlı anlarından mahrum bırakmayın. Size bir günlükle bir videokaset arasındaki farkı açıklamam gerekmiyor. İkisinin de kendine özgü yararları vardır.
İkinci oğlum Metin 16 Kasım 1994’te doğdu. 10 yaşındayken kendini şu sözlerle tanımlıyordu (İnglizce yaptığı imla hatalarını yansıtmadan): “Çok zor bir yaşantım var çünkü insanlara bakarken hep kafamı yukarı kaldırmak zorundayım. Dahası cüce ve ufaklık olarak çağrılmaya katlanmak zorundayım. İyi olan şu ki, ABD’nin en iyi okullarından birine gidiyorum. En iyi şeylerse beni önemseyen ve okulda bana sahip çıkan annem, babam ve ağabeyim. Sonra onlar beni Allah’ın yardımıyla biçimlendirdiler. Hayatımın amacı Harvard’a gidip matematikçi, doktor, öğretmen olmak ve annem, babam ve kendim için bir korvet satın almak ve inşallah bütün bunlar olur. En istemediğim şey bir restoranda ateşin üzerinde Hamburger çevirmek. Sonra büyüdüğüm evde yatıp bakılmak istiyorum. Sonra gerçekten iyi bir Müslüman olmak ve arkadaşlarım tarafından saygı görmek istiyorum.”
- Anavatana Dönüş: Vur Kaç
ABD’deki üniversite yıllarım sırasında iki Türkçe kitap yazdım. Bu kitaplar (Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, Türkçe Kuran Çevirilerindeki Hatalar) İstanbul’da gizlice basılıp bedava dağıtılmışlardı. 1996’da yurdumdan ayrıldığımdan beri yaz tatilimde diğer öğrenci arkadaşlarımın yaptığından oldukça farklı bir şey yapıyordum, çünkü sonunda bir Amerikan vatandaşı olmak için kaçtığım günden beri ilk defa Türkiye’yi ziyaret ediyordum. Türkiye’deki siyasi ve dini kültürün benimle ilgili algısının yumuşayıp yumuşamadığını test ederek, Amerika’da yaşayan eşim ve çocuklarımı kaybetmek dâhil her şeyi riske atıyordum.
Geri dönünce Türk medyasının beni sıcak bir şekilde karşılaması dolayısıyla çok şaşırmıştım. İstanbul ve Ankara’da geçirdiğim 4 hafta boyunca Türk hükümetinden veya cemaatlerden bir takım unsurların eski hesapların peşinden giderek bana zarar verme korkusuyla destekçilerim tarafından iyi bir şekilde saklanmış olmama rağmen, bir televizyon kanalında üç saatten fazla süren ve ülke çapında büyük tartışmalara sebep olan bir röportaja katıldım. Reformun ateşi yakılmıştı. İslami ve siyasi bir reform için gittikçe büyüyen bir ilgi ve ihtiyaç hâsıl olmuştu.
İslami reform hareketinin radikal bir ilkesi vardır: Kurtuluş için Kuran dışındaki tüm dini kaynaklar terk edilmelidir. Ciltlerce hadis kitapları, çelişkili mezhep öğretileri ve sayısız ikincil kaynağın reddedilmesiyle yeni bir Kuran anlayışı ortaya çıkmıştır. Kuran’ı temel alan İslam, Sünni ve Şii din adamlarının İslam’ından çok büyük ölçüde farklıdır. Her şeyden önce, İslam kelimesi Kuran’a göre bir özel isim değil; yalnızca Allah’a boyun eğip O’na teslim olarak barış arayışında olmak anlamına gelen bir tanımdır. Ve yine Kuran’a göre barış ve özgürlüğün destekçisi olma arayışı Muhammed’le değil, ilk insanın ortaya çıkışıyla başlamıştır.
- Babam Tarafından Sorgulanmam
Yedi yıl Amerika’da yaşadıktan ve ailem tarafından yaklaşık on yıldır reddedildikten sonra 1996 yılında İstanbul’a gittiğimde, ailemi de ziyaret ettim. İçeri girince babamı yıpranmış, masasına oturmuş büyük bir Arapça kitabı okurken buldum (Müslüman ülkelerdeki geriliğin ve uyumsuzluğun başlıca sebeplerinden biri olan bir kitaptı bu). Babam şimdi 77 yaşındaydı ve gözleri zayıflamıştı. Onu bu kadar yaşlı ve üzgün görmek yüreğimi dağlamıştı. Bu bölümde dini fikirlerimden ötürü beni evlatlıktan reddeden babamın yaptığı iki sorgulama olayını anlatacağım. Burada ayrıca ailemin bazı fertleri hakkında da bilgi vereceğim.
- Sonsöz Değil
Seçilmiş Söyleşiler ve Makaleler